1
Yorum
10
Beğeni
0,0
Puan
449
Okunma

Burak Aksak’ın kaleme aldığı harika senaryo sayesinde benim de yerli menşeli bir dizim oldu: Aile Saadeti. Yapımın adı pek klişe, ancak konusu epey sardı diyebilirim.
Haftanın 4 günü çalıştığım çapraz antrenmandan hemen sonra, vücut ısımı yavaşça düşürmek için koşu bandında 35 dakikalık yürüyüşler yapıyor, o süre içinde genellikle müzik dinliyorum.
Birkaç hafta önce kendi kendime, "kızım ruki dedim çalıştır saksıyı, önünde dokunmatik ekranlı treadmill, üstelik 3000 metrekarelik devasa spor salonunun kablosuz internetine bağlanıyor." Ama düşündüğüm gibi olmadı tabii hemen bağlanamadım, ek ödeme gerekiyormuş. Ne gerek var?
"Demokraside çareler tükenmez," çok doğru bir sözdür bu, ben de hemen telefonumun Bluetooth’unu açıp önce koşu bandına, sonra YouTube’a, oradan da Aile Saadeti’ne bağlanıverdim. Önümde akıllı bir şey duruyorsa onun aklından faydalanmam lazım, yani diziyi yürümek için kullandığım koşu bandının geniş ekranından izlemeye başladım. Öyle de devam edecek gibi görünüyor. Aslında beyaz perdeye tutkun biriyim, dönem filmlerini çok seviyorum. Bilhassa kış aylarının buz gibi havasında soba gürül gürül yanarken, bir de akşam yemeği yenmişse, çoluk çocuk battaniyelerin altına kıvrılıp film izlemeye bayılırız.
Diziye gelince... Bu prodüksiyonun en sevdiğim yanı; izleyiciyi ironi ve hiciv yoluyla gülümsetmeyi başarırken aynı anda empati kazandıran bir aile hikâyesi sunması.
Senaryo, birbirini tanımayan üç akraba ailenin aynı evde bir araya gelmesiyle gelişen olayları konu ediniyor. Saadet Hanım’ın vefatının ardından yakın akrabası olmadığı için "üçüncü dereceden akrabalarına" asırlık konak miras kalınca, üç ailenin de yolları bu konakta kesişiyor. Elbette bu yeni düzen hem komik anlara, hem sıkıntılara hem de duygusal çalkantılara yol açıyor.
Geçmişin tozlu hatıralarını, kırgınlıklarını, eski hesaplaşmalarını gün yüzüne çıkaran hikâyede, 11 uzak akrabanın birlikteliği zamanla derin, sevgi dolu bağların kurulmasına evriliyor ve tüm bu olaylar mizahi bir dille ekrana taşınıyor. Yapımın en sevdiğim ikinci yanı ise bazı özel sahnelerin frog-eye shot ve kameranın konuya yukarıdan baktığı high-angle shot çekimlerle desteklenmesi.
İzleyicisini adıyla müsemma bir yolculuğa çıkaran ve bana göre 2025 yazına damgasını vurduğunu düşündüğüm bu prodüksiyon, aile olmanın, birlikte büyümenin, düşüp yeniden kalkmanın en samimi, en içten hallerini sunuyor bizlere ve başrollerden figüranlara kadar her oyuncunun karakterlerinin hakkını verdiğini görüyorum. Zerrin Sümer’in yıllara meydan okuyan oyunculuğunu, Hakan Yılmaz’ın sanatıyla ön planda oluşunu her daim takdir etmişimdir. Bu yüzden bu yapımın yalnızca oyuncu kadrosu tanıtımıyla geçiştirilemeyeceğini düşünüyorum, çünkü benim için her sahnede, her karakterin gözlerinde kendi hayatımdan, komşularımızdan, hatta belki hiç tanışmadığım ama bir şekilde kalbime dokunmuş insanlardan bir şeyler buluyorum.
Dizinin merkezinde geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı, kuşaklar arasında köprüler kurmuş kalabalık ve sevgi dolu bir aile var: Soydan Ailesi. Ancak bu aile, sadece bayram sofralarının neşesiyle ya da düğünlerin coşkusuyla tanımlanmıyor. Hayatın getirdiği acı tatlı her türlü sürprizle, beklenmedik misafirlerle, nesiller arası çatışmalarla, sırlarla ve fedakârlıklarla dolu bir yaşam sürüyorlar. Aile büyükleri, kendi tecrübelerinin ışığında gençlere yol gösterirken, gençler de kendi akranlarının dinamikleriyle eski alışkanlıkları sorgulamaktan geri durmuyorlar. Bu mukayeseli sahneler benim bu yapımdaki en sevdiğim sahneler diyebilirim. Kuşaklar arasında bir yandan modernleşmenin getirdiği bireycilik rüzgârları eserken, diğer yandan köklerinden beslenmenin sıcaklığı, aidiyet duygusunun evdeki herkesi kucaklıyor oluşu... Bu arada her bölümde ailenin bir üyesinin hayatına odaklanılıyor ve o kişinin kişisel mücadeleleri, aşkları, hayal kırıklıkları, yenilgileri, zaferleri mercek altına alınıyor. Bazen evin huzurlu limanı en büyük fırtınalara sahne oluyor ama her seferinde o görünmez sevgi bağıyla yeniden bir arada kalmayı başarıyorlar.
Aile Saadeti, son birkaç yıldır ekranlarda reyting rekorları kıran, hiçbir bölümünü izlemediğim ama konusundan da uzak kalmadığım, muhafazakâr bir ailedeki gelinin teyzesi ve kayınpederi arasındaki ilişkiyi aşk diye satan karakterleri şirin ve dahası haklı(!) göstererek milleti ajite eden, harekete geçiren şerbetli yapımlardan çok farklı bir senaryoya sahip. Her şeyden önce bu senaryo, kimin kime ihanet ettiğinden, kimin kimi aldattığından, kimin kime nankörlük ettiğinden ziyade, bir aile içindeki koşulsuz sevgi ve fedakârlığın gücüne odaklanıyor. Ailenin her şeye rağmen nasıl ayakta kalabildiğini, bireylerin kendi arzularından vazgeçerek ortak bir amaç için nasıl birleşebildiğini incelikle irdeliyor ki bence hikâyenin en önemli mesajı da bu.
Eski Türk filmlerini anımsarsınız; başroldeki, olaylar karşısında sessiz kalmayı tercih eder -çoğu zaman susan, susturulan bir kadın veya bir annedir bu- sonra yıllar geçer, saçlar ağarır, suçlanan kişinin aslında masum ve haklı olduğu anlaşılır fakat iş işten geçmiştir, hayat bitmiştir, hatayı telâfi etmek için gereken zaman çoktan tükenmiştir. Bu hikâyede ise karakterler arasındaki yanlış anlaşılmalar, dinlememenin ve anlamaya çalışmamanın sonuçlarından sonra dahi zamanın sakız misali sündürülmesine izin vermeden, affetmenin, yeni bir sayfa açmanın tazeliği, ferahlığı var ve bu benim için hem çok güzel hem de çok anlamlı. Çünkü söylemek istediğini ertelememek, içinde tutmak için beklememek, bunu yaparken yiğitçe davranmak ve dili bozmamak önemsediğim noktalar.
Aksak’ın bu senaryo ile izleyicilere iletmek istediği bir diğer önemli mesaj; değişime uyum sağlamanın ve kuşaklar arası uyumu yakalamanın önemi. Geçmişin değerlerini geleceğin yenilikleriyle harmanlayabilen ailelerin zamanın ruhuna nasıl ayak uydurabildiklerini, nasıl ayakta kaldıklarını gözler önüne sermesi. Son olarak, kendi köklerimize sahip çıkmanın, "geleneklerimizde güzel olanı" yaşatmanın ve aileden miras kalan değerleri yeni nesillere aktarmanın paha biçilmez önemini vurguluyor olması...
Bu hikâye, sadece izlenip geçilecek bir dizi değil; aynı zamanda insanın kendini ve ilişkilerini sorgulamasını, üzerinde düşünmesini sağlayacak bir ayna niteliğinde. Bu aynaya bakarak birçok ders çıkarılabilir.
Neden izliyorum?
Çünkü "affetmek iyileştirir." En büyük kırgınlıkları çoğu zaman en sevdiklerimizle yaşarız. Bu yapımda, affetmenin sadece karşı tarafa değil, en çok da insanın kendisine iyi geldiğini, ruhundaki yükleri nasıl hafiflettiğini görebiliyorum.
Neden 35 dakika ayırıyorum?
Her bölüm yaklaşık 150 dakika sürdüğü için bir bölümü haftanın 4 gününe taksim ettim, böylelikle spor salonunda aynı anda antrenman ve ekran keyfi gibi iki farklı eylem gerçekleştiriyorum. Beni etkileyen diyalogları geri sarıp dinlediğimde, dinlemenin sadece duymaktan ibaret olmadığını, bundan büyük mutluluk duyduğumu fark ediyorum. Yani insanların birbirlerini gerçekten dinlediklerinde, kelimelerin arkasındaki duyguları hissettiklerinde, birçok sorunun büyümeden çözüldüğünü gözlemliyorum. Bu da bana reelde de empatinin, çoğu kapıyı açabilecek sihirli bir anahtar olduğunu hatırlatıyor.
Bu senaryoda neyi önemsiyorum?
Hayatın zorluklarıyla tek başımıza mücadele etmek yerine aile desteğini arkamıza aldığımızda, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şeyin olmadığını. Aile, bizim en güçlü sığınağımız ve birlikten kuvvet doğar. Annem, kardeşlerim, çocuklarım, sevdiceğim bana o kadar çok destek oldular ki, o vakitleri hatırladığımda "iyi ki varlar, iyi ki varım" diye şükrediyorum.
Geçmiş tecrübeler kıymetlidir, ancak yeni nesillerin kendi yollarını bulmalarına, kendi hatalarını yapmalarına, kendi başarısızlıklarını, başarılarını kazanmalarına izin vermek gerekir. Ben de çocuklarımın kendi bireyselliklerini kazanabilmeleri için onlara bu fırsatı sunuyorum. Örneğin, "Ben senin annenim," diktesiyle başlayan cümleleri sevmiyor ve kullanmıyorum. Bir konuda ısrar etmek yerine onların kararlarına, seçimlerine saygı duyuyorum; çünkü saygı ve sevgi onlara bırakabileceğim en büyük miras. Yeni neslin kendi hikâyesini, hem zorluklarıyla hem de mükâfatlarıyla sahipleneceğine de yürekten inanıyorum.
Bazı yapımlar bize en karmaşık sorunların, en derin yaraların dahi sevgiyle çözülebileceğini, sevginin iyileştirici gücünün tarifsiz olduğunu anlatır; bu da onlardan biri. Sevgi her şeye yeter, ben de şükür ki bunu biliyorum.
Her ne kadar koşu bandında yürüyor olsam da, bazı senaryolar bizi hayatın koşuşturması içinde durmaya, nefes almaya, en değerli varlıklarımız olan ailemize sarılmaya davet ediyor. Bu samimi, sıcak hikâyeyi izlerken "verici" olmanın ruhuma ne kadar iyi geldiğini, fakat aynı zamanda verici olabilmek için "sağlıklı bir birey" olmanın önemini de keşfediyorum.
İnsan ilişkilerinin giderek yozlaştığı, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin giderek daha basitleşip laçkalaştığı günümüz dünyasında, sevdiklerimizi ve yarınlarımızı kandırmak, aldatmak yerine onlara daha sıkı sarılmamıza katkı sağlayan bu senaryo ile yüreklerimizde bir kıvılcım yaktıkları için Burak Aksak ve Selçuk Aydemir’e teşekkürler.
/ yüRekTen
"Çünkü güzel insanlar çok güzel güler."
"Başını omuzuma yasla da şu dünyanın kahrını, çilesini çektiğime değsin."
/ Senaryodan
"Dünyanın ne olacağı henüz bilinmiyor, insanın ereği ona biçim vermektedir. Dünya tarihindeki büyük insanların hedefi budur; bu hedefe vardıklarında tatmin duyarlar. Onların içinde gelişen tin, dünyaya geldiğinde dünyayı aşmaya kararlıdır."
"Ne kadar da şanslı bir insanım. Para eden acılarım var."
"Başkalarının ilerleyebilmesi için sana hep ’sıranı bekle’ derler. Eğer hala bekliyorsan bil ki, olmayan bir kuyruğun en önde bekleyenisin."
"Mutlu son için başınıza elma düşmesini beklemeyin. Alın bir elma dayanın kapısına. Aynı elmayı dişlemek, başlı başına bir masaldır zaten."
"Her insan, zamanın dünya üzerine bıraktığı birer yara izidir."
"Bir şeyim yok, iyiyim. Gölgem tökezledi de, onu kaldırmak için eğildim."
"Varacak bir yeri olmayanlar için tüm yollar anlamsızdır."
"Başlamak için ne kadar kararlı olmak gerekiyorsa, bitirmek için de bir o kadar güçlü olmak gerekiyor."
"Kötü insan yoktur. İyi niyeti suistimal edile edile kötüleştirilmiş insan vardır."
/ Senaristten