0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
141
Okunma
Dağların o ulaşılmaz doruklarında, kartalların bile yuva kurmaya çekindiği zirvelerde, yılların eskitemediği iki kızıl çam, kozmik birer tanık gibi dururlardı.
Yüzeydeki sıradanlıklarının ardında, bilgelikle yoğrulmuş binlerce yıl saklıydı.
Ay ışığının gümüşi örtüsü altında, yıldızların şahitliğinde, o gece yine kasvetli bir sohbete daldılar.
Sanki yaklaşan büyük dönüşümün ağırlığını omuzlarında hissediyorlardı.
Aynı gecenin sabahında, o kızıl çamların fısıltısından habersiz, köyün sıradan bir sakini, basit bir köylü, bir çizimle onların kaderini mühürlüyordu.
Kendi varoluşunun bilinçdışı bir parçası olarak, büyük programın talimatlarını yerine getiriyordu.
Ağaçlar, sarp kayalıkların arasına, insanların kolay kolay ulaşamayacağı, bu yüzden de uzun ömürlü olmalarını sağlayan bir yere kök salmışlardı.
Ulaşılmazlıkları, onların programlarının daha uzun süre kesintisiz devam etmesini sağlamıştı.
Derken, köylü, yorgun bir akşamın ardından sabahın ilk ışıklarıyla, kemiklerini sızlatan bir sinirle karısının gürültüsüne uyandı.
Komşuyla giriştiği o bitmek bilmez söz dalaşı, içindeki öfkeyi körükledi.
Bilmeden, kendi küçük kişisel drama, büyük oyunun bir sonraki hamlesini tetikleyecekti.
Kızıl çamlardan biri, arkadaşına döndü: "Yıldızlara baktım, içimde tarifsiz bir ürperti var.
Sanki bir tehlike, görünmez ama hissedilir, ormanın derinliklerine doğru ilerliyor." Diğeri, bu sezgiyi bir rüyaya yordu, "Yine mi o garip rüyalar?
Karışık ve tedirgin edici." Ama rüyayı gören çam ısrar etti: "Kara pelerinli hayaletler gördüm, ormanın altından yükselip bizi çepeçevre sarıyorlardı.
Derenin kenarında oynayan masum çocukları düşündüm, içim titredi. Hiç iyi bir zamana denk gelmedik."
Öfkesinden deliye dönen köylü, eşeğine atladı ve köyden uzaklaştı.
Amacı, ormanın derinliklerinde, genç fidanların boy attığı, bildiği bir su gözesine ulaşmaktı.
Eşeğinden indi, kana kana su içti ve o tanıdık ritüelle bir sigara yaktı, dumanını "puff" diye havaya üfledi.
Zihni hala kadınların kavgasının yankılarıyla doluydu.
Son nefesini çekerken, karısına vururcasına, yanan sigara izmaritini kuru çalıların arasına fırlattı ve oradan ayrıldı.
Bilmiyordu ki, bu basit, öfkeli eylem, büyük programın ateşleme düğmesiydi.
Ertesi kuşluk vakti, kızıl çamlar uykudan uyanıp kendilerine geldiklerinde, ormanın alt kısmından gökyüzüne doğru yükselen dumanları gördüler.
Yangın, acımasız bir canavar gibi ilerliyor, rüzgarın gücüyle dağın doruklarına tırmanırken, yan kollarıyla da tepeyi kuşatmaya alıyordu.
Kasvetli çamın sesi titredi: "Korktuğumuz o büyük gün, bugün müydü acaba?
Manzara başka yerlerde de aynıydı, bu bir veba gibi dünyanın diğer ülkelerine de sıçramıştı." Diğeri çaresizce, "Ne yapabiliriz ki?
Kaçacak yerimiz de yok," diye fısıldadı. "Kadere razı olacağız sanırım," diye karşılık verdi ilki.
Alevler, kuduz bir hayvan gibi dağın tepesini yalayıp geçti, çamların sakallarını okşadı.
Çamlar sağa sola sallanarak alevleri savuşturmaya çalıştı, ama birinin sakalına ateş yapışıp kaldı. "Saçım yanıyor!" çığlığı, ormanın derinliklerinde yankılanan bir mesaj gibi yılık karşılık buldu.
Tüm orman, büyük bir cenaze evine dönmüş, ağlamalar ve inlemeler toprağı sarsan bir deprem etkisi yaratıyordu.
Az sonra iki kızıl çamın sesi kısıldı, yerini vadileri sarsan umutsuz ve boğuk bir çığlığa bıraktı: "Paramız yok uçak alamayız!" Ülkenin ciğerleri yanıyordu, çünkü işi savsaklayıp uçaklarını bakımsız bırakmışlardı.
İki kızıl çam son nefeslerini verirken, rüyalar gören, kasvetli olanı diğerine fısıldadı: "Hakkını helal et komşu." Diğeri de "Sen de komşu," deyip uykularına çekildiler.
Yangından kısa bir süre önce, dağları hobi olarak dolaşan bir fotoğrafçı vardı.
Bir gün yolu bu kızıl çam ormanlarına düşmüş, güzelliğine hayran kalmıştı.
Fotoğraf makinesini çalıştırdı, ormanın derinliklerine daldı, dere kenarlarını, su gözelerini, en doruktaki yaşlı ağaçları bile titizlikle filme aldı.
Sadece hobi olarak yaptığı bu işin, neye yaradığından habersizdi. Yorgun argın dönse de, çektiği filmlere bakınca asla yorgunluk hissetmez, harika bir iş başarmış gibi sevinirdi.
Orman kül oldu.
Köylü, vicdan azabıyla intihar etti.
Fotoğrafçı ise, yine bir orman gezintisinde ayağı kayınca uçurumdan aşağı yuvarlanıp can verdi.
Ancak bu bir son değildi.
Orta Dünyanın Kralı, fotoğrafçıyı çağırdı.
Elinde "başı kel bir yıldız" olduğunu, yani ham, boş bir gezegen olduğunu söyledi ve ondan bu yıldızı dizayn etmesini istedi.
Fotoğrafçı, elindeki gölleri, denizleri, ormanları, vadileri, yüksek tepeleri, tıpkı bir evin iç döşemesini yapar gibi, yıldızın üzerine yerleştirdi.
Yanan ormanı, en mükemmel bir yere konumlandırdı.
Karısına kızan adamı, o ormana bekçi yaptı.
Kendisi de en yüksek yere bir şato inşa etti, dev bir teleskop yerleştirdi.
Ve Orta Dünyanın Kralı startı verdiğinde, her yer anında canlandı.
İki kızıl çam ağacı, uykudan uyanır gibi gözlerini açtı. "Hayli uyuduk ve çok karışık rüyalar gördük," deyip karşılıklı rüyalarını anlatırken, kasvetli olan birden sıçradı, dağın zirvesinden dere yataklarına doğru bağırdı: "Çocuklaaar, orada mısınızzz?" Aşağıdan neşeli çocuk sesleri yükseliyordu: "Buradayız dedeciğimmmm!"