18
Yorum
42
Beğeni
0,0
Puan
656
Okunma


Vaktiyle, göğün yıldızlarını henüz unutmamış olduğu bir çağda, zaman sessizce akardı. İnsanlar saatlere değil, gölgelerin boyuna, rüzgârın yönüne, Kuzey Yıldızının sabrına bakarak yaşarlardı. Mevsimler, insanlar gibi konuşur, ağaçlar rüyalarında dile gelirdi. Ve bahar... bahar başka bir şeydi. Yalnızca çiçeklenmek değil, umutlanmak demekti.
İşte o çağlarda, adı şimdi unutulmuş bir toprakta bir oba vardı. Ne çoktu ne kalabalık ama yürekli insanları çoktu. İnsanlar gece olduğunda yıldızlarla konuşur, gündüzleri toprağı okşar gibi sürerlerdi.
Her yıl, toprağın en sessiz kaldığı vakitlerde, kışın bittiğine işaret eden bir gün gelirdi. Bir geceyle gündüzün eşiğindeydi o gün. Adı henüz Hıdırellez değildi ama kökü o vakitlerde atıldı. İnsanlar bir geceyi beklerdi…
Bir geceyi ki, içinde bir sırrı saklardı: Hızır ile İlyas’ın buluştuğu geceyi.
Hızır, yeşilin bilgisine sahipti. Nereye ayağını bassa, orası yeşerirdi. Zorda kalana görünmeden yetişir, kimsenin duymadığı duaları duyardı.
İlyas ise suyun sırlarını bilirdi. Onun adı anıldığında deniz huzura kavuşur, susuz gönüller doyarlardı.
Rivayete göre bu iki dost, sadece bir gece buluşur o buluşma anı öylesine kudretli olurdu ki, toprağın kalbi atmaya başlar, rüzgârın soluğu dua gibi gezinirdi evlerin pencerelerinde.
İnsanlar o geceyi kutlamaya başladılar. Gül ağaçlarının altına dilekler yazdılar. Bazısı ev çizdi toprağa, bazısı para, bazısı bir gönül... Ve sabah ezanıyla birlikte, her şey gül dalının ucunda kalırdı. Çünkü Hızır görmeden geçmezdi oradan.
O obada bir kadın vardı. Adı az bilinir, kendisi çok sevilirdi. Ona “Nurefşan” derlerdi “ışık saçan nur” demekti bu.
Nurefşan öyle biri değildi ki gül dalına her yıl başka bir dilek bağlasın. Onun dileği birdi, büyüktü ve içinde sabır kadar sessizlik barındırırdı.
Geceleri, evinin penceresinde oturur, yıldızların yerini ezberlerdi. “Şu yıldız soluksa, Hızır yakındadır,” derdi. Gül ağacının dibine her yıl bir tas su bırakır, içine de hiç kimseye söylemediği bir dua fısıldardı.
Yıllar geçti. Oba değişti, çocuklar büyüdü, gidenler döndü, kalanlar sustu. Ama Nurefşan’ın penceresi hep aynı kaldı. Hep aynı gül dalına baktı. Çünkü onun umudu, dilekten öteydi. Birini beklemekti onunki… Görmediği bir yüzü, işitmediği bir sesi ama hissettiği bir varlığı.
Ve bir Hıdırellez gecesi, gece tüm sessizliğiyle ovaya çökmüşken, rüzgâr çiçekleri okşadı. Gül dalı usulca eğildi. Kimse görmedi ama Nurefşan’ın penceresine bir ışık düştü o gece. Ne ay ışığıydı ne de kandil...
Sabah olduğunda, gül ağacının dibinde sadece su kabı değil, içinde bir yeşil yaprak vardı. Yapraktaki damla hâlâ tazeydi bunu gören Nurefşan ‘ın yüzünde tabiri caizse güller açtı.
İşte o gün, oba halkı anladı ki Hızır yalnızca dilek vermezdi. O, beklemeyi bilen kalplere görünürdü. Sabredenin yüreğine uğrardı. O yüzden her Hıdırellez’de yalnızca gül ağacına değil, kalbin en kuytu köşesine de dilek asılırdı.
Belki sen de o gece bir rüya gördün. Belki fark etmeden bir gül dalına dokundun.
Belki yıllardır beklediğin şey, gülün altındaki sessizlikte gizlidir.
Unutma…
Hızır geçer.
Yeter ki sen beklemeyi unutma.
İnayet PİRTİNİ
Siyah-Beyaz Şiir
Yüreğime bir Hıdırellez gecesi düşen eşime...