2
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
297
Okunma

Aynılık hali ne de zıt ve anlamsızdır şu hayat için. Bıraktığımızı aynı haliyle bulamaz, bulsak da bizim o anki vaziyetimiz için eski anlamını taşımaz. Her istenilenin anında can bulmadığı ve istenilen niteliklerde de elde edilemediği çoğu zaman, bizlere o vazgeçmeyi dikte eder. Nelerden vazgeçmişizdir dünden bu yanan kim bilir? Bu vazgeçmeler kulağa hoş gelen olmasalar da, bilinçaltımızda hezeyanlara da kök veren bir duygu ve düşünüş olarak daima orada yer almakta ve son çare olarak da vücut bulmaktadır ne yazık.
Bir roketin kendini belli bir menzile ve veya irtifaya kadar taşımakla sorumlu kademesiyle olan irtibatının fiziksel nedenlerden ötürü ya da misyonunu tamamlamasından sonra bitişi gibi, bizlerin de çokça şeyle irtibatımız bizim tercihlerimizin ötesindeki nedenlerden ayrılıklarla nihayetlenmektedir. Bu durum bir vedalaşmayı ortaya koyarken, yepyeni kapıların açılmasına, bambaşka evrelerin de hayat bulmasına vesile olmaktadır şüphesiz. Bir ipekböceğinin yahut kurbağanın evrilimi gibi şeklen büyük farklar ortaya konulmuyor olsa da duygulardan, düşüncelerden, davranışlardan ve hatta tercihlerden vazgeçerek başka başka yollara koyulmuyor muyuz? Bu değişimler mekânlar, kişiler, alışkanlıklar, bizi biz yapan olmazsa olmazlarımız dahi kapsayıcı ve acı verici de olabiliyor kiminde.
Yıllardır alışık olageldiği çevreden başka bir semte taşınmak, emek verdiği işinden bambaşka bir sektörün emekçisi olarak çalışma hayatına başlamak, okul ve hatta aynı okulda şube değiştirmek dahi bu tür hezeyanların yaşanmasında kaçınılmazdır. Uyumu yakalamak ve yeniden o normalleşmeyi sağlamak adına nasıl da mücadele verir ve işlerin yoluna girmesi için ne çok özveride bulunuruz değil mi? Belki bu durum senaryosunu çok iyi bildiğimiz veya onun içeriğine a dair hâkim olduğumuz gerçekliğinin bambaşka bir sahnede icrasından başka bir şey de değildir.
Yeryüzünde şu ya da bu nedenlerden ötürü milyonlarca insan farklı yollardan, o yolların türlü zorluklarının sınamasından geçerek ve hatta geçmek zorunda bırakılarak yeni coğrafyaların özneleri olmak üzere yollara koyulmaktadır. Bu durum ne bugüne dair bir gerçekliktir ne de yarınlarda son bulacaktır. Bu yolculuklardan gerçek anlamda kârla çıkabilenlerin sayısı ise yüzdelere vurulduğunda pek küçük sayılara denk gelir maalesef. Nasıl daha büyük kazanımların sahibi olunur ki o büyük kitleler? Bırakın yeni kazanımlarla hayata geçme sürecini, hayatta kalabilmeyi başarmaları ve kendileriyle birlikte götürdükleri o eski toprakların kültürlerini yaşatabilmiş olsunlar. Yıllar öncesindeki dramların ortak adı olan “işçi göçleri” mevzuunda yurdumuz insanlarının da azımsanmayacak oranda bu gerçekliğin özneleri olduğunu unutmamak gerekir. İlk gidilen anlarda büyük olasılıkla dile dair sorunlardan ötürü kendilerini anlatabilmeleri ve asgarî uyumu sağlamaları hiç kolay olmamıştır. Çokça sanat alanına da yansıyan şu göç kavramı, gişe rekorları kıran filmlerin de beslendiği, sanat dünyasının yıllarca motivasyonu, ivmeyi kazandığı bir gerçeklik de olmuştur elbette.
İster beşer olsun isterse de başkaca canlılar, mekan ve alışkanlıkları geride bırakarak ve hayata adeta reset atarak yıllardır biriktirdikleri emekleri, düşünüşleri, prensipleri ve kısacası öykülerini bir kenara koyabilmeleri nasıl kolay olabilir ki? Benzer bir durum yurdumuzdaki Irak, Suriye, Afganistan gibi çokça göç veren ülkelerin insanları için de geçerlidir muhakkak. İnsanlar alışkanlıklarının, beğenilerinin, mazilerinin ürünü ve eseridirler. Yenilenen şartlara uyumlanmada her birimizin bir yılmaz tarafı olsa da, her şeyin eskisi gibi kolay olmasın beklenmesi ve bu beklentilerin rollerinin öznelerinin yıllar öncesinin doğallığında hareket etmesi pek mümkün de değildir. Resimlere baktıkça günün tadı kalır mı hiç? O anların sanki masal sayfalarından fırlamışcasına duyguların mekânları, özneleri olunduğu hissi nasıl da içlendirir bizleri? Burada da zamanda bir hicret var sanırım. Öyle ya, çok sevdiğimiz bir ses sanatkarının yıllar öncesinden resimlerini gördüğümüzde nasıl da hayretler için de kalıyoruz aslında. Yılların o dimdik ve ele avuca sığmayan gücünü, güzelliğini, görkemini nasıl da yıprattığını anlıyor, onlar adına da kendimiz adına da bir hüznün ortaklığını yaşıyoruz. Sözün özü, şehirlerin değişimi, çalışma sahalarının değişimi, rollerin değişimi, aynalardaki görüntülerin değişimi derken, bize rağmen bir göç bu âlemin dikte ettiği bir gerçeklik.
Bizlerin; şeklen, ruhen, düşünce silsilesindeki değişimleri, mekân ve zaman bileşenleriyle düşünüldüğünde içten bir “Ah, nerede o eski günler.” Söylemlerini dile getirmesi kadar doğal bir durum da yoktur elbet. Bu anlamda göç, daha kolaydan zora, zordan daha zora veya yalına, anlamlılıktan daha az doyuma, aidiyette de öncül ya da tali gibi bir manzaraya da kapı aralamaktadır. Kendi içindeki savaşı daha erken bitiren, önyargılarını da aşan bireyler, bu güçlü yanları sayesinde elbette daha esin günlerin de paydaşı olabilecektir.
Zamanının çokça yönden öncüleri, bileği bükülmeyenleri, sahalarının en gürbüzleri, elitleri olanların yıllar sonrasındaki dünyanın adeta silinmişlikle örtüşen hayatları ne denli acı ve bir o kadarda acımasızdır. Zamanın içinde tam da bir göç yorumunu, evrilimini ortaya koyan bu gerçeklik, yıldızlı ve imrenilesi hayatların nasıl da giderek yokmuşlarcasına bir drama dönüşmesinin manzumesidir bu durum. Akvaryumdan çıkarılarak daha bir zengin ve genişçe zemine konuşlandırılan balıkların durumu da bundan pek farklı değildir kanımca. Geçecek uyum sürecine değin ki zorluklarıyla, aynı odadaki başka bir fanusun özneleri olmak kabilinden bu durumu farklı şekillerde de olsa yaşamayanımız pek azdır kanaatindeyim. Yıllarca emek ve özverilerle sizden bir şeyler de kattığınız kurumların günün birinde yabancısı olmanız doğrusu kolay da kabullenilir bir durum değildir.
Hayat, bir misyonlar silsilesinde tıpkı bir oyunun içindeki öznelermişcesine bizleri farklı zeminlerin içinde adeta sınamaktadır. Bunların her birinde başarılı olmamız mı gerekir, yoksa bu durumların hayatın doğasından mı kaynaklandığını kabullenmemiz gerekir, bunu yaşayarak öğreneceğiz galiba. Tam da burada “Kurt, kış boyunca yediği ayazı unutmazmış.” Sözü geliyor akıllara. Süresi ne olursa olsun taşların yerli yerine oturduğu yeni mekânların hayatlarında, bu uyumun gerçeklemesi süresince yaşanılan zorluklar asla unutulmayacaktır. İşleri ve veya meslekleri gereği sürekli mekân değiştirmek durumunda kalan bir kısım insanın bu uyum sürecini daha kolay atlattıklarını düşünebiliriz belki. Yine de şu “aidiyet” duygusunun pekişmesi bakımından onların bile kendi iç dünyalarında bazı zorlukları yaşamakta olduklarını yadsıyamayız.
Anayurdumuz Orta Asya`nın geniş steplerinden başta kıtlık, kuraklık gibi nedenlerden ötürü kavimler halinde farklı yönlere doğru yapılmış göçlerimizde de kim bilir gerilerde nice öyküler yarım kalmıştır. Destanlara da konu olan ve onları okurken bizleri de içine alan bu büyük toplumsal hareketlilik, günümüzde savaş, bulaşıcı hastalık, işsizlik gibi başat sorunların dışında pek yaşanmıyor da olsa, bireysel ve veya resmi nedenlerden ötürü daha küçük gruplar için halen yaşanmakta olan bir gerçekliktir. Yeterince destek göremeyen meslek insanları, kariyeriyle ilgili verdikleri kararlarının sonuçları ya da hastalıkların tedavisi gibi türlü nedenlerle dünyanın ta öteki ucuna yepyeni başlangıçlar için yollara koyulanların sayısı az da değildir. Hatta bu göçlerden “beyin göçü” olarak da nitelenen ve bir ülkenin onca emek, özveri, enerji ve türlü bedellerle yetiştirdiği nitelikli işgücünün başka ülkelerin hizmetinde rol almaları da apayrı gerçeklik ve göç edilen ülke bakımından da telafisi çok zor bir kayıptır.
“Han Duvarları” adlı eserinde göç gerçekliğini tüm çıplaklığıyla ve son derece de özgün ifadelerle kaleme almış bulunan merhum şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel, bu yolların kiminde büyük umutları, kiminde hassaslaşan ve tedirgince davranış ve tutumları, umuda yolculukta yarım kalakalmış öyküleri ne de yaratıcı şekilde gözler önüne sermiştir. Bilhassa da şiirin o han duvarlarının görsellerine yoğunlaşıldığı yerlerde iç sesimiz bizlere “Kim bilir kimlerdi bunları çizenler, hangi duygu ve düşüncelerle çizmişlerdi ve bu çizimlerin özneleri şimdi nerdeler?” gibi soruları sordurmaktadır. Göç ve göçmenlik konusu oldukça geniş ve bir o kadar da derinliği olan, farklı medeniyetlerin insanlarını da bir araya getirebilen yanlarıyla irdelenmeye de değerdir insanlık adına. Coğrafyaları ve bu coğrafyalarından kaynaklanan inanış, alışkanlık ve öncelikleriyle de bir potada yer alarak etkileşim içine giren göçmenler, bu noktada ortak kader birliğinin eşsiz deneyimlerini de tecrübe etmektedirler kuşkusuz. Yurdun farklı coğrafyalarından hareket ederek vatani görevlerini icra etmek üzere yolan çıkan farklı öykülerin öznelerinde olduğu gibi, tüm farklılıkların ortak amaçlarla bir araya getirildiği ilginç deneyimler kuşkusuz yaşanmaya da değerdir. Silâh altına alınan insanların bir veya birkaç aylık bu deneyimlerinde bile “göç” gerçekliğinin içeriğine dair hakikatleri bir anlamda ilk elden tecrübe ediyor olmasına da şaşmamak gerekir. Her ne kadar bu yolculukların göç ile doğrudan irtibatı mümkün olmasa da onun evrelerini ve o sürecin çoğu yansımalarını göstermesi bakımından bir fikir verebiliyor olması bakımından önemlidir.
Akademik bir yapının sorumlu bir üyesi olarak ecnebi ülkelere belli sürelerle limitli olmak üzere görev alınmış olabilir. Bu görevin kapsamındaki her bir üyenin belli sürelerle de kısıtlı da olsa ciddi bir hazırlığa girişmeleri, ailelerinden, yaşadıkları çevreden ve bazı alışkanlıklarından uzak kalacakları gerçeği, gerçek anlamda göç edenlerle mukayese edilebilecek derinlikte olmasa da bu hissiyatı ve düşünüşü anlayabilmek bakımından da dikkate alınmalıdır. Tekrar geri dönebileceklerine dair şüpheleri olmayanlar ile bir daha dönebilecekleri büyük bir muamma olanların durumları nasıl aynı olabilir ki. Birileri için farklı mekân ve kültürlerin içinde bulunmanın anlamı bir tecrübeye ve değerli anılara dönüşürken, diğerleri için ise hayata dair gerçekliğin siyah beyazlı yanlarıyla birebir yüzleşmenin ta kendisi olacaktır kuşkusuz.
Nefes alıp verdikçe şu ya da bu şekilde farklı parametrelerle de olsa geniş anlamda bir göç silsilesini zaten yaşamakta olan bizler, belki de bu yüzden o eskilere karşı bitip tükenmeyen bir özlemi duymaktayız, kim bilir. Hangi anlamda alırsak alalım, insanların canını en çok yakan şey ne göçler esnasındaki yolculuk ne de göçe karşı koyabilecek bir dayanağa sahip olamaması değildir kanımca. Kendilerini bildikleri andan itibaren hatıralarının birikerek bir kitap hacmine ulaştığı ilk mekânlarını bıraktıkları gibi bulamamak, mekânlarda çokça revize olmasa dahi muhabbet ettikleri çoğu özneyi görememek ve hatta onlara dair bazı acı hakikatleri öğrenmiş olmak çok daha can yakıcı olsa gerek.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, çocuklukları oldukça sıkı fıkı geçmiş ve ailevi nedenlerden ötürü farklı ülkelerde uzunca yıllar gelmemecesine; liseli, üniversiteli yıllarını ve mesleki yaşamlarının bir bölümünü de kapsayacak kadar zamandan sonra ancak bir araya gelebilen kuzenlerin o ilk karşılaşmalarına şahitlik etmiş, ayrı dünyaların insanları olan insanların nasıl da birbirlerine yabancılaştıklarını gözlemlemiştim. Öyle ya, insanlar yaşadıkları kültürel havuzun; manzarasından, gıdasından, ikliminden, ekonomik olanaklarından, politikalarından beslenir ve bir şekilde de o kültürün doğal unsuru olurlar. Meselenin bu kısmı, göç olgusundaki eski ve yeni kültürlerin çatışmalarına sahne olmaktadır kuşkusuz. Bizi bizden alıp götürmediği sürece bu duruma itirazımız yok ve fakat, koskoca kültüre karşı “Don Kişot” u oynamak da bizi nereye kadar ayakta tutabilir ki?
Modernitenin ve onun dayanağı güncel teknolojilerin şu ya da bu şekilde çoğu ülkenin ortak paydaları olması, göçlerden ötürü ortaya çıkmakta olan keskin kültürel farklılıkları bir ölçüde giderdiğini de söylemek gerekir. Orta kuşağın ve nüfusun yoğunlaştığı daha üst enlemlerin yaşam formları bakımından eskisine oranla daha çok benzerlik gösteriyor olması, göçlerin ortaya koymakta olduğu duygu, düşünce ve alışkanlıklara dair çetin uyum mücadelelerini de bu anlamda daha bir kolaylaştırmış olabilir. En nihayetinde çok zayıf insanların bile yaşamak adına tahmin edilemeyen güçlükleri göze alabileceklerini de bir yere koymak gerekir. Bu noktada uyum halinin bizden veya bizim dışımızdaki nedenlerden ötürü tehdit ediliyor gibi algılandığı ve kiminde de bizzat öyle olan göç olgusunun çok sevimli bir his uyandırmaması da gayet doğaldır.
Alışkanlıkların oldukça ötesinde bir kültürel zeminin ve yılların getirdiği daha aheste hayat akışlarının dışındaki hızlı deveranların içinde biz öne olarak uyumu yakalamak zor ve bazen olanaksızdır da. Altmışlı yetmişli yılların hayat anlayışlarından beslenmiş nesillerin aynı kültürün ivmelenmiş zeminlerinde bile nasıl marjinal hale geldiklerini görmekteyiz ne yazık. Kaldı ki yabancısı oldukları bir kültürde uyumu başarsınlar. Süregelen hayata adeta bir reset atmak gibi de karşımızda duran göç, uyum sürecinde gereken başarıyı gösterebilenlere yeni yeni fırsatlar da sağlayabilir elbette. Burada sıklıkla dillendirilen “umuda yolculuk” söylemleri ne de önem kazanır. Kimler umutlarının karşılığı olan kapıları açar, kimler yanına dahi yaklaşamaz bilinmez ve fakat kendi içimizde yahut dışındaki göç edişlerle ansızın yüzleşebileceğimiz de bir gerçektir.
Belki de kendi içimizdeki göçü önceliklendirmeli ve burada bir sonuca ulaşmalıyız. Diğer göçler büyük ölçüde bizim dışımızdaki etkenlerden kaynaklanmakta ise, hayatın bütününü bir yolculuk olarak görmek tutarlı bir seçenek olabilir. Uzunca bir mesafe katederek coğrafyayı değiştirmek ve yeni şartlara revize oluşun yanında, kendi iç yolculuğunda da bu mücadeleyi verme yürekliliğini göstermek ya da en azından bunu denemek de hayata bir değer katar inancındayım. Yol ve yolculuklar mekânsal ya da düşünsel anlamlarda asla bitmeyecek gibidir. Mesele, bu yoldaki yolculardan birinin de biz olduğumuzu fark etmek ve hangi yöne ve hangi nedenle gittiğimizi, nelere erişmek istediğimizi bilmek galiba. Kesin olan şey, nedeni ne olursa olsun her göçün farklı hayat deneyimleriyle bizi sınıyor oluşudur.
Manevi anlamda konuya baktığımızda, dünya hayatı da bir gurbetlik zemini değil midir? Doğumla başlayan ve farklı gelişim evreleriyle bizi olgunlaştıran süreçler nihayetinde “ölüm” denilen gerçeklikle yeni bir göçü başlatmıyor mu? İçini doldurmanın çok zor olduğu bir oldu oluşuyla göç, bireysel veya toplumsal bakımdan da farklı derinlik kazanmaktadır kuşkusuz. Anayurttan göç ederek büyük mücâdelelerle Anadolu`da tutunmayı başaran milletimiz, bu güzide topraklarda adeta yeniden yeşermiştir. Bedelini ödeyebildiğimiz ölçüde daha konforlu bir hayatı yaşayacağımıza da şüphe yoktur. Geride büyük bir kültürel mirası ve asırların emeklerini bırakmak pahasına zorlu hayat şartlarının dikte ettiği bu büyük göç dalgası, umuda yolculuğun da elbette eşsiz bir başarısıdır.
Bitimsizce dünden bugünlere, geçen yıldan yıllar sonrasına , mevsimden mevsime, duygu ve düşünüşlerden davranışlara değin farklı deneyimlerle karşılaşan insan, bilinen göç kavramını dar anlamda süreğen şekilde yaşamaktadır belli ki. Bizi kişisel anlamda ; olgunlaştıran, güçlendiren, nimetlerin farkındalığında, sorunlara çözüm odaklı yaklaşır ve daha esnek, daha pratik düşünebilen kılacak yollar, yolculuklar elbette eşsiz deneyimlerdir. En zorlu göçlerin insanları ya da toplumlarının başarılarını asla azımsamamak ve hatta takdir de etmek gerekir. Bizlerin pek memnuniyet duymadığı koşulların, onların kadrajından belki de pahasız olduğunu fark etmek, zorluklarla mücâdele ederek yeni ufuklarda aydınlık günlerin şafaklarının doğuşunu görebilmenin adı olsa olsa zaferdir. İnsan bedenin, aklı ve hatta ruhunu dahi zorlayan çetin mücadeleleri verenler adına bizlerin de en azından kendi içimizdeki göç yolculuğuna çıkmamızın belki de tam zamanıdır. Ne denli zorlu da olsa bu iç yolculuğun seferine çıkmayı tercih ediyorum. Siz de bu yolculuğa çıkanlardan mısınız?
Oğuzhan KÜLTE
5.0
100% (4)