0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
181
Okunma
2014 yazıydı. İstanbul’da geçirdiğim 34 yılın ardından başka bir başlangıç için hazırlık yapıyordum. Plaka değiştirmek, 34’ten 35’e, İstanbul’dan İzmir’e bir geçiş hayalini kuruyordum. Şehir, kalabalığı ve kaosu ile artık yorucu bir hale gelmişti. Ancak hayat, genellikle planlandığı gibi ilerlemez. Bu geçişi yapıp yapamayacağımı bilemezdim.
Bir gün, Şirinevler’de küçük bir parkta arkadaşımla oturuyordum. Beton binalar arasında sıkışmış, birkaç ağacın gölgesinde kısa bir mola veriyorduk. Hava sıcaktı. Sohbetimiz, parkın sıradan sessizliği içinde akıp gidiyordu. Derken, elinde naylon poşetler taşıyan biri yaklaştı. Üzerinde eski bir mont vardı. Görünüşü, onun kağıt toplayıcısı olduğunu belli ediyordu. “Ateş var mı?” diye sordu. Bu soru, aslında bir sigara yakma ihtiyacından çok, bir sohbete başlama çabası gibiydi.
Kendini tanıtmaya gerek görmeden hikayesini anlatmaya başladı. Doğu Anadolu’dan gelmişti. Askerden döndükten sonra İstanbul’a yerleşmişti. Gündüzleri inşaatlarda çalışıyor, geceleri ise kağıt topluyordu. Bu yoğunluk içinde İstanbul’un denizi gibi güzelliklerini görebilecek bir fırsatı hiç olmamıştı.
Sözleri arasında söylediği bir cümle beni derinden etkiledi: “Hiç deniz görmedim.” Bu ifade, İstanbul gibi bir şehirde yaşayıp da onun en temel özelliğini hiç deneyimlememiş bir bireyin sessiz çığlığıydı.
Yaşadığı yerin Kıraç olduğunu söyledi. İstanbul’un batısında, merkezden uzak, beton binalarla çevrili bir bölgeydi burası. Kıraç’ta yaşam, şehrin deniz kokusundan ve manzarasından yoksundu. Bu genç, şehrin içinde ama onun güzelliklerinden uzakta bir hayat sürüyordu.
Bu karşılaşma, İstanbul’un çelişkilerini düşündürdü. Bir yanda boğaz manzaralı yalılar, lüks yaşamlar; diğer yanda hayatını sürdürmek için sürekli çalışmak zorunda olan, temel ihtiyaçlarını karşılamaktan öteye geçemeyen insanlar. Şehir, her ne kadar büyük fırsatlar sunsa da, bu fırsatlar eşit bir şekilde dağılmamıştı.
İstanbul’da 10 bin kişinin hiç deniz görmediği haberini yıllar sonra televizyonda izlediğimde, o gençle olan sohbeti hatırladım. Şehrin kalbinde yer alan ama deniz gibi bir nimetle hiç karşılaşmamış insanların varlığı, bu eşitsizliği gözler önüne seriyordu.
Bu durum, şehirdeki ekonomik eşitsizliğin bir sonucuydu. Gelir düzeyi düşük olan bireyler, yaşamlarını sürdürmek için uzun saatler çalışıyor. Yaşam alanları ise genellikle şehrin merkezinden uzak, ulaşımın ve sosyal imkanların sınırlı olduğu bölgelerde bulunuyor. Bu kişiler, bir yandan şehirdeki ekonomik döngüyü desteklerken, diğer yandan şehrin sağladığı kültürel ve doğal olanaklardan mahrum kalıyor.
Denizi hiç görmemiş bireylerin varlığı, bu eşitsizliği sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir yoksunluk olarak da karşımıza çıkarıyor. Deniz, İstanbul’un yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda kültürel kimliğinin de bir parçasıdır. Ancak bu kimlik, şehrin her kesimine eşit bir şekilde ulaşmıyor
İşte İstanbul Böyle.Aynı şekilde memleketimin bir çok yeri de böyle. Bazı şehirler kilometrelerce denizden uzak ve sadece ekmek için çalışan insanlar var. Çalışır, didinir, kağıt toplar, ama şehrin en temel güzelliğinden habersiz yaşar.