4
Yorum
10
Beğeni
5,0
Puan
514
Okunma

Emek veriyorum saksıdaki çiçeklerime. Vaktinde vermesem suyunu, aydınlık tarafına koymasam minik zulamın ve sohbet etmesem onlarla sevgi dolu, kuruyacaktırlardır, eminim.
Sevgi mi dedim, çiçeğe sevgi! O da ne? (Gerçi yanımda bir insan olsa, onu da muhtemelen "sulayacağım"!)
Biliyorum: bunca insan varken sokaklarda, şurda, burda; çiçeğe neden bunca sevgi, diye düşünenler hep vardır. Ben de zaten böyle düşünenleri pek ciddiye almıyorum. Beni anlamıyorlarsa, ben ne yapayım?
Ama onlara bir kez daha kolaylık sağlayacağım şimdi:
Çiçekler - tıpkı diğer bitkiler gibi - zarar vermiyorlar bana.
Onlar var olmak için varlar, yok etmek için değil.
Renkleriyle, zerafetleriyle, salgıladıkları kokuyla ruhumu okşuyorlar. Huzur veriyorlar bana.
Nefes almamı, yaşamamı sağlıyorlar.
Her yüzümü onlara çevirdiğimde, kocaman bir gülümseme karşılıyor beni.
Yeni yeni yapraklar ediniyorlar. Çiçek açıyorlar rengarenk.
Anlayacağınız kendilerini yenilemekten, gelişip serpilmekten korkmuyorlar. Bunu yaparken de, hiçbir şeye ya da bana zarar vermiyorlar.
Susuz kaldıklarında, en fazla, boyunlarını bükerek yardım istiyorlar.
Yani yaygara koparmıyorlar.
Şiddete başvurup savaş ilan etmiyorlar.
Ya da köklerini saksıdan çekip, balkondan aşağı atatarak kendilerini, intihar etmiyorlar.
Konu komşuyu da rahatsız etmiyorlar, bilakis gözlerini sevindiriyorlar.
Hele bir de güneşliyse memleketim; bir başkadır yaşama tuttukları tezahüratları.
Güvermeleri, coşkuları bir başka anlamlıdır, bir başka güzeldir.
Dahası da var: onlara istediğim adı verebiliyorum. Diskrimine etmiyorum hiç birini (onlar da birbirlerine karşı alabildiğine toleranslı).
Hepsine, hakları olan suyu, ışığı ve verimli toprağı veriyorum. Tabi hal böyle olunca, beni protesto etmeleri için bir sebep kalmıyor.
Yalnız bir keresinde (dikkatsizliğimden elbette!), su vermemişim Cam Güzeli’me. Atlamışım onu meğer. Dalgınlık işte!
Bir gün günaydın demek için balkona gelirken, baktım ki boynu bükük bizimkinin. Porsumuş alacalı, ince yaprakları. Dedim; abooo! "Kızım bu ne hal?" Sesi çıkmadı zavallımın.
Neyse, sonunda zar zor çıkardım iç saksıyı dış saksıdan. Öyle ağır geldi ki bana, bileklerim kopacak gibi oldu!. Evirdim, çevirdim dipten damlayan sularıyla. Söylene söylene işaret parmağımı batırdım toprağa ki sırılsıklam Eyvah, dedim! Çiçeğimi öldürdüm, üstelik kendi ellerimle...
Dramatiğin gerisini tahmin edersiniz artık!
Konudan konuya atlamak, hiç durmadan konuşma ihtiyacı, bir yaşlılık belirtisi olsa gerek. Ya da yalnızlık sendromu mu?
Ama olsun. İkisi de nasıl olsa kaçınılmaz. En iyisi kabullenmek ve bu gerçeğe alıştırmak kendini. Çiçeklerle de olsa, provasını yapmak, bir görev olsun bence.
Geçen gün oğlum (beni kırmamaya çalışarak) diyor ki:
Anneciğim, her gün, her telefon konuşmamızda, aynı soruları soruyorsun bana. (Nasılsınız? Gününüz nasıl geçti? Hı hı hı! Ne zaman, ne, nerede, nasıl, kim, neden...) Yani, tek tek her soruna her gün aynı cevabı vermek...
Yani, bıkmıyor musun, be annem? Yorma, kendini, kaygılanma bunca! Bir değişiklik olsa anlatıyorum zaten. Biz iyiyiz işte. Sen kendine bak, sen iyi ol! Önemli olan bu...
Hmm! Evet, çok haklısın bitanem, diyorum (çaktırmadan iç çekiyorum).
Gerçekten hak veriyorum çocuğuma. Bu "kontrol" ihtiyacı yok mu, fena harcıyor insanı, diyorum kendi kendime.
Ama nafile! Emin olun ki; yarın da, aynı sorular tekrarlanacaktır.
Ya sabır, ya sabır!
Ne yaparsanız yapın; ama, size gölge veren ağacı asla kesmeyin., derim.
Kalın sağlıcakla!
H. Korkmaz, (våren 2024)
10.0
100% (3)
5.0
100% (1)