4
Yorum
14
Beğeni
0,0
Puan
737
Okunma

...
Şiddetini gittikçe artıran yağmur, toprak zemini balçık haline getirmişti. Çizmeleri ara sıra yere gömülüyor, bazen de buz üstünde yürüyormuşçasına kayıyordu. Nefes nefese kalmıştı ve iki büklüm halde koşmaya çalışıyordu. Elli metre kadar ileride renkli tabelalar vardı. İçini bir sevinç kapladı, büyük ihtimalle çıkış yolunu bulacaktı . Hemen o yöne doğru ilerledi. Bir mağara gördü. Yine içi ürperdi. Girişteki sarı tabelada ’’ Yılanlı Kilise ’’ yazıyordu. İçeride yılanlar mı vardı? Neden bu ad verilmişti. Neredeyse ödü patlayacaktı. Yarı kurumuş, yarı yeşil çalılıklar arasından irice birkaç taş topladı.
Korkma!.. Dedi, kendi kendine. Korkma, Nazlı!.. Bu Ihlara Vadisi dedikleri yer kendisine sığınanlara her zaman kucak açmamış mıydı? İnsanlar ibadetlerini rahatça yapabilsinler diye gözden uzak ve yüksek yerlere tapınaklar inşa etmemişler miydi? O iri cüsseli hayvan buraya kadar çıkamazdı ve eğer bir yılanla karşılaşırsa elinde yerden topladığı silahları vardı.
Yılanlı Kilise’nin yarım silindir şeklinde oyulan kaya açıklığından girdi. Biraz ötede ziyaretçilere ardına kadar açılmış demir kapıdan içeriye baktı. İçerisi karanlıktı. Karşıda, anahtar deliğine benzettiği geniş pencereden sızan gün ışığı içini rahatlattı. İnsanların rahatça dolaşması için döşenen tahta zeminde aydınlığa doğru yürüdü. Tek apsisli bu kilisede Hristiyanların Gabriel dedikleri Cebrail ve tam karşısında Mıchael dedikleri Mikail geniş ve renkli kanatlarıyla melek duruşlarını sergileyerek gelenleri karşılıyorlardı. İki meleğin tam ortasında Hz. İsa’nın hale içine alınmış başı net bir şekilde görülüyordu. Korkularının yerini şaşkınlık alan kadın, orijinalliği bozulmadan bu zamana kadar korunup taşınan yapı içindeki sanat eserlerini incelemeye başladı. Duvarlara çeşitli renklerde birçok aziz figürü resmedilmişti. Başını kaldırdı, tavana baktı. Büyük bir haç motifini kare şeklinin içine oymuşlardı.
En solunda, elinde terazi tutan beyaz bir melek dikkatini çekti. Köşeye doğru baktığında kümelenmiş halde elleri bağlı ve gözleri ağlamaklı, üzgün kadınları kendine benzetti. Tarihi dokuları özümseyerek göz gezdiren kadın, buraya neden ’’Yılanlı Kilise’’ dediklerini de artık çözmüştü. Çünkü tam karşısında yılan ikonlarıyla örülü bir duvar vardı. Üç kadın figürü bütün çıplaklığıyla ortadaydı ve birincisi çocuğunu emzirmediği için göğsünden, diğeri yalan konuştuğu için ağzından, sonuncusu ise söz dinleyip itaat etmediği gerekçesiyle kulaklarından ısırılarak yılanlar tarafından cezalandırılıyordu.
Resimlere hayretle bakarken, yakınlardan gelen zil sesini işitmesiyle arkasına dönmesi bir oldu. O koca cüsseli hayvan, ağzında siyah bir çanta, mağaranın kapısına kadar gelmiş tam karşısında duruyordu.
Olduğu yerde donup kalmıştı, köpeğin kendisine zarar vermesinden korkuyordu. Köpek ise iyi bir iş başarmış olmanın verdiği mutlulukla kuyruğunu sallıyor, adeta sevinçle selam veriyordu. Birkaç adım attı. Kadının ayakları dibine çantayı bıraktı. Sırtüstü yere yatarak karnını açtı.
Köpeğin sakinliğiyle içi rahatlayan kadın derin bir nefes alarak köpeğe doğru eğildi. Bir eliyle başını ve göğsünü okşarken diğer eliyle çantasının fermuarını açtı. Telefonu eline aldı. Tam elli altı arama vardı. Hemen geri dönüş sağladı. Eşi, telefonu panikle açarak art arda sözcükleri sıralamaya başladı:
- Nazlı, lavaboların orada seni beklerken dev gibi bir köpek hırlayarak gelmesin mi? Ah, görsen öyle korkunçtu ki... Biliyorsun fobim var, apar topar kaçtım yanından. Haber de edemedim. Şimdi neredesin? Defalarca aradım. İyi misin? Neredeyse jandarmaya haber verecektim. Turnikelerin orada bekliyorum. Çabuk gel!..
Hayallerinin ilk durağında çıkışa doğru yürümeye başladı kadın. Yolda kırmızı kapüşonlu, çirkin yüzlü adama rastladı. O, sadece turistlerin ilgisini çekmek için konulmuş bir kuklaydı. Kadın artık korkmuyordu.
Bu eşsiz gezide; can yoldaşı bir köpek, ona eşlik ediyordu.
EbRuAsya//