1
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
499
Okunma

“İnsan insanın kurdudur” der on yedinci asrın meşhur İngiliz filozofu Thomas Hobbes. Latin atasözü olarak da anılır kimi vakit. Medeniyetten uzak yabanıl doğaya atıfta bulunulur bir bakıma.
Farklı açılımlarıyla sıkça karşımızdadır söz. Sosyal bilimci Yalçın Küçük “solcu solcunun kurdudur” derdi vaktiyle. Kendisi de analizlerinde Peyami Safa’ya sıcak Kemal Tahir’e mesafeli tutumuyla doğrulardı bunu sanki. Aralarındaki nesil farkına, dolayısıyla aynı meclislerde bulunmalarının güçlüğüne rağmen Tahir’de insan sevgisi olmadığından yakınırken, Kemal Tahir’in sosyalizmi, tarihselliği oldukça farklı kavramasına takıldığını düşünmedim değil. İdeolojik yapılar böyledir çünkü. İçerde merkez çevre derken birbirlerini tırmalar, ısırır, yakarlar deniz anası misali. Bunun gibi Tahir’de Küçük gibi sosyalist hatta Marksist gelenekten geliyordu. Peyami nasılsa sağcı, milliyetçi, muhafazakar bir kimliğe sahip. Rantı bölüşmek gerekmiyordu onunla.
Buna paralel olarak sağcı sağcının, dinci dincinin, ırkçı ırkçının kurdu olamaz mı? Aynı apartmanda komşular arasındaki çatışmalar da zaman gelip apartman ya da site yönetimlerini zorlamaz mı? Birbiriyle komşu ülkelerin bir hinterlandı paylaşmaktan kaynaklanan husumetleri akla gelmez mi? Eski Türklerin en büyük düşmanlığı Çinlilerle idi de Anadolu Türklüğünün aynı Çin ile zıddiyeti var mı? Bugünün yahut yakın tarihin Türkiye’si Yunan, Rus, Bulgar, Ermeni, Acem, Arap ile çatışma yaşayabilir ancak. Vaktiyle Bulgarların Türklerin ad soyadlarını değiştirmeye kalkmaları siyasi etmenler kadar tarihin erken dönemlerinde Hristiyanlaşmış, Slav kimliği kazanmış Türkî kökenli bir kavim olmalarına bağlı değil miydi acaba? Bir benlik çatışması olasılığı gelirdi aklıma o dem. Demem şu ki, insanoğlunda silahı hemcinsine çeviren bir mekanizma var.
Bizde erken Cumhuriyetin Türkçülük tartışmalarının zaman zaman düşman kardeşler havası estirmesi de böyledir özünde. Sözüme mim koyun lütfen! İstiklal Mahkemelerinin İttihatçıların iç hesaplaşması üzerinden okunduğu hallerde de bir iktidar oyunu kadar yabana atmamak gerekir bu psikolojiyi kanımca. Bunun gibi Türkçülüğün hakim ideoloji olduğu bir devirde Türkçü ideologların birbirlerine karşı yapıcı bir tartışma iklimine uymayan çıkışları dikkat çekmektedir.
Türk Tarih Kurumunun bin dokuz yüz otuz iki tarihli bir oturumunda böylesi bir gerginlik yaşanır söz gelimi. Öyle ki, günler boyu yankıları dalgalanmaya devam edecektir. Olayın kahramanları Reşit Galip, Zeki Velidi Togan ve Hüseyin Nihal Atsız olmaktadır.
İçlerinde Reşit Galip yıllar içerisinde enteresan bir karakter olarak dikkat çekmektedir. Evveliyatta bir tıp doktoru olarak yaşam yokuşunda ilerlemekle birlikte giderek siyasi ideolojik çizgide yürüyüşünü sürdürmektedir. Şöyle ki, bin dokuz yüz yirmi üçte Mersin’e ziyaret yapan Gazi Paşamızın da bulunduğu bir mecliste konuşma yapan Dr. Reşit Galip bey, ” Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen, bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla yetinip övünmüş olmandır” demek suretiyle Mustafa Kemal Paşa’nın gözüne girer. Devamında ise milletvekili olarak parlamentoya gireceği günler de gelecektir.
Bin dokuz yüz otuz bir yılında bir Çankaya akşamında ise dönemin Milli Eğitim Bakanına yaptığı sert tenkitler ve Atatürk’ten aldığı tepkiyi dahi hiçe sayarak sözünü sürdürmekteki kararlılığı karşısında Reisicumhur başta kendisini tersler gözükse de bir müddet sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirilecektir. Çok kez heyecanlı, coşkulu bir insan olarak da tanımlanmaktadır. Nitekim o akşam kendisine “Yorgun görünüyorsunuz, gidip istirahat ediniz!” diyen paşa hazretlerine cevaben “Burası milletin sofrasıdır. Kovulamam. Kendimi iyi hissediyorum ve kalkmam!” diyecektir. Şimdi burada dürüstlükten öteye deyim yerindeyse beton atılmış bir şahsiyet karşımızda. Günümüzde yapılan kimi değerlendirmelerde öne sürüldüğü gibi alkolü fazla kaçırmıştı tarzı anlatımlar maval okumak noktasındadır zannımca. Öte yandan okullarımızda nesiller boyu coşkuyla okunan “Andımız” metnini kaleme alan isim olarak da anılacaktır.
İkinci isim Zeki Velidi Togan ise Başkurt Tarihçi, Türkolog ve siyaset adamı olmaktadır. Bolşevik ihtilalini müteakip Başkurdistan’ın özerkliği ilan edilse de diğer Türkî cumhuriyetler misali bölgenin Sovyetlere bağlanmasını izleyen yıllarda ülkemizden aldığı bir daveti değerlendirerek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaktır. Togan Sovyetler Birliği öncesi dönemde Lenin, Stalin, Troçki gibi isimlerle müzakerelerde de bulunmaktadır.
Ne ki, ilim ve siyaset alanlarında hayli pişmiş ve Atatürk’ün de saygısını, muhabbetini kazanmış bir isimken üstte arz ettiğim tarih kurultayında Dr. Reşit Galip beyin Ortaasya’da bir iç denizin kurumasıyla Türklerin dünyaya yayıldığı yönündeki söylemlerine söz alarak itiraz edecektir. Zeki Velidi bey Türklerin de nice kavimler gibi zaman zaman sosyoekonomik sıkıntılara düşebildiği, dahası askeri mücadelelerde mağlubiyete uğrayabildiği üzerinde durmaktadır. Bunun üzerine söz alan Reşit Galip “Zeki Velidi Bey’in Darülfûnun’daki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum… Türkiye Cumhuriyeti Darülfûnun’unun kürsüsü bu kadar hafif malûmat ve bu kadar sakim metotlarla işgal edilecek bir kıymetsiz mevki değildir” demektedir. Bir Tıp doktoru olarak dünyaca ünlü bir tarihçi ve Türkolog olan Togan karşısında Reşit Galip beyin ayarı kaçırdığı aşikârdır. Kurduğu cümle bir itibarsızlaştırma havası estirmektedir açıkçası. Denebilir ki, canım ya haklıysa. Kurulan cümle, hitap şekli o değil ama. Hani derim ki, Atatürk’e karşı çıkışıyla aynı hal olmayıp, rüzgârı arkasına almak makamında çalmaktadır bu kez.
İşte tam da bu günlerde üniversitede Fuat Köprülü’nün asistanlığını yapmakta ve beraberinde bir tarih mecmuası çıkartmakta olan genç bir isim dergisinde, kurultayda Zeki Velidi beye karşı takınılan tavrı eleştirmektedir. Togan’ın talebesi olmakla iftihar ederiz diyen bu genç tarihçi Hüseyin Nihal Atsız’dan başkası değildir. Atsız Reşit Galip’in çıkışıyla meşhur tabirle kantarın topuzunun kaçtığını düşünmektedir belli ki. Ne çare ki, genç araştırmacı sosyoekonomik dünyasında ağır darbe yiyecektir. Asistanlığına son verilirken çıkarttığı derginin yayın hayatı da sonlandırılacaktır. Hiçbir zaman sözünü budaktan esirgemeyen Atsız’ın, neticesinde yaşadıklarından yılmayan şahsiyetiyle aldığımızda “Ruh Adam” adlı romanını kendi özüyle yoğurduğunu, hayat mücadelesinde verdiği irade sınavlarıyla eserinin test sürüşünü gerçekleştirdiğini söylemekte mübalağa olmayacaktır kanaatimce.
Bir bakıma eski Roma’nın ünlü düşünürü Seneca’nın “Tanrı soylu ruhları sert biçimde sınıyorsa, bunda şaşılacak ne var? Erdemin kanıtı asla kolay değildir. Talih bizi kamçılar ve vurarak ezer, dayanalım! Bu vahşet değil, bir mücadeledir; bu mücadeleyle ne kadar sık karşılaşırsak o kadar cesur oluruz.” Sözünün hükmüdür söylediklerim. Şu kadar ki, bir dünya görüşü teyidi olmamaktadır aynı algılamam. Roman kulvarında başarılı bulduğum, şiirde yine bir usta isim gördüğüm Atsız’ın hayranlık duygularıyla hale hale kuşatılması da o denli uygun görünmemekte bana. Söz konusu olan bir sanat edebiyat adamıdır. Ve dahi kimi radikal söylemleri yetiştiği devrin, erken dönemlerinin yurt ve dünya koşullarına sıkı sıkıya bağlıdır. Yaşamı, şahsiyeti ve eserlerinin objektif değerlendirilmeyi hak ettiği ise kuşkusuzdur.
Nihayet belirtmek isterim ki, ideolojik radikalizmin insan hürriyetini zedeleyici hüviyeti kadar, ifrat tefrit/ etki tepki parantezinde süreçleri negatif çizgide tetiklemesi ancak umulur. Tarihi safhalar nice misalleriyle, hatıralarıyla dolu değil midir bu halin?
-DEVAM EDECEK-
-LT-