2
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
547
Okunma

“Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor” demekte geçtiğimiz asrın ünlü fizik bilgini Albert Einstein. Gerçi dünya görüşüm başlıklı denemelerinden anlaşılacağı üzere meşhur fizikçinin din algısının kitabi dinlerin tasvip ettiği türden olduğu da söylenemez. Daha ziyade “Deizm” kapsamında ele alınabilir. Öte yandan üstteki sözünün de bilimsel gelişime ilham vermesi düzleminde anlaşılması gerekecektir. Şu kadar ki, Einstein’in Tanrı’ya inanmanın ötesinde din kavramını da modern çağ ölçeğinde yok saymadığı anlaşılmakta. Hani derim ki, bir sözü nasıl kavrayıp, okuduğumuzda önem arz etmekte.
Bunun gibi ülkemizde gerek gündelik yaşamın gerekse sosyal medyanın vazgeçilmezlerinden biri Atatürk’ün din anlayışı olmaktadır. Hatta daha pratik biçimde Atanın Müslüman olup olmadığı etrafında sorgulamalar, değerlendirmeler, münazaralar eksik olmamaktadır. Türlü söz ve söylemler bu istikamette öteden beri bizleri karşılamaktadır. Öyle ki, canım dininden diyanetinden kime ne denilmesi, modern Türkiye’nin kurucu lideri ve inkılapların yapıcısı olması noktasında anlamını yitirmektedir. Her konuda her türlü görüş ve değerlendirmesinin en ince ayrıntısına kadar ortaya konulması, bilinmesi arzu edilmektedir. Hoş aşağı yukarı biliniyor da. Kâh kendi söz ve demeçleri kâh hakkında yapılan türlü değerlendirmeler üzerinden fikir sahibi olmayan yok gibi. Ancak Atatürk’ü koruma kanunu üzerinden bu konulara girmenin, sorgulamanın müşkülatlı hal aldığı durumlardan söz edilebilir.
Elbette hakaret, husumet makamında çalan yaklaşımlar anlamsızdır. Herhangi bir inancı, düşünceyi paylaşmak, benimsemek mecburi olmadığı gibi, yine hangi tarihsel kişilik olursa olsun onu sevmek zarureti de yoktur. Saygı apayrı bir kriterdir şüphesiz. Kaçınılmaz olarak bir konuda ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz hususu da önem arz etmektedir. Birde dini, siyasi, tarihi, kültürel hangi mevzu olursa olsun detaylar önem teşkil edecektir. İnsanoğlu kendisinin değer ve önem verdiği konularda palas pandıras, çalakalem yaklaşımlara hoşgörü duyuyor mu? Duyar mı? E hakikat olsun da odundan olsun türü söyleyişlerinde hiciv, yergi kulvarına mahsus olduğu düşünülürse felsefi, fikrî tartışmaları, konuşmaları bağlamayacağı muhakkaktır.
Hiç kuşkusuz bugün artık Atatürk’ün kanunla korunmasının anlamsızlığı da açıktır. Faydasız olmak noktasında işlevsel de değildir. Yasakların itimat uyandırmadığı, konuyu cazibe merkezi kıldığı bilinir açıkçası. Kendimize güvenmiyor muyuz yoksa? Hani insanların ahlaksal konularda evlatlarına ya da eşlerine sana güveniyorum da, etraf kötü canım benim demesi misali mi bakıyoruz? Sakın öz güven bunalımı olmasın. Başkalarına güvenmez görünürken kendimize güvenmiyor olmayalım. Sonra Atatürk’ün tıpkı din ya da Türklük misali bir rant alanı halini aldığı hal ve durumlar da bulunmakta. Kanun kalktığı takdirde arkasına saklanıp iş çevirmekte mümkün olmayacak. Öyle mi?
Kendi hesabıma Atatürk’ü Müslüman ya da değil çizgisinde ele almadım hiçbir dem. “Küçük insanlar kişileri, ortalama insanlar olayları, büyük insanlar ise fikirleri konuşur” sözünün hükmüyle mi? Değil elbette. Atatürk gündelik bir kişilik olmayıp, başlı başına olgu ve fikirler bütünü değil midir zaten?
Daha ziyade konunun ülkemiz gerçekliğinde spekülasyona müsait olduğunu düşünmemden kaynaklanmaktadır bu. Hangi konu olursa olsun teferruat ve metodik bir sorundur bende oldum olası. Üstte de ifade ettiğim üzere yeryüzünde kendisine dönük önem ve değer taşıyan hususların lakayt ve lalettayin bir çizgide ele alınmasından hoşlanan ve dahi bunu kabul eden insan var mıdır? Bahanemiz hazırdır. Canım konuların ağırlık derecesi yok mudur? Şimdi efendim, konuların ağırlık derecesini bir cümleyle özetlesem şaşarsınız. Her insanın, topluluğun, sosyokültürel yapının hassasiyeti konuların ağırlık derecesini tayin eden tek faktördür gerçekte. Tarafsızlık değil ama, empati, sempati, hoşgörü, tolerans, adalet, objektiflik hepsi hepsi konuların hassasiyetini erişilmez ve dokunulmaz kılmaktadır.
Bunları niçin söylüyorum? Eveleyip gevelemek makamında mı çalıyorum? Heee! Diyene yazıklar olsun demem elbette. Ne ki, mağazadan satın aldığımız bir beyaz eşyanın dahi köpüklerle çerçevelenmeden evimize getirilmesini kabul etmeyiz, değil mi? Yanlış mıyım?
Sözüme mim koyun lütfen! Ülkemizde medya ve siyaset dünyası kurt, çakal dolu. Atatürk ve din/İslam gibi bir konunun, normalde düşünsel çizgide kolaylıkla ifade edilecek, işlenecek bir mevzunun tamamen aksi hisler etrafında gayet masumane, basitçe bir fikir teatisine bağlı olduğu yönünde öyle bir hava coşturulmakta ki, sormayın gitsin.
Ne var ki, Atatürk’ün din, İslam kavramları ve bunlara bağlı yan ögeler hakkında görüşlerinin serinkanlı biçimde değerlendirilmesi dün olduğu gibi bugün de temel bir ehemmiyete sahip olmaktadır. Açıkçası, birçok meselemizin çözümü bu alandaki sorunların çözümüne bağlı görünmektedir. Yine açıktır ki, karanlıkların her türlüsünden kurtulmak ışığa ihtiyaç gösterir. Zifiri karanlık bir ortamda bulunduğumuzu düşünelim. İlk anda gözümüz hiçbir şeyi seçmeyecektir. Az sonra gözlerimiz karanlığa intibak ettikçe içerideki yapıyı bir nebze fark ederiz. Kim bilir, sezinleriz belki de. Tam olarak ayrımına varabilir miyiz acaba? Bunu sağlayabilmek için ancak aydınlatıcı bir vasıtaya ihtiyaç duyarız. Bu vasıta gerçekte ilim ve irfandır. Olayları, olguları kavrayabilme, anlamına varabilme yetimiz öne çıkacaktır.
Atatürk’ün bu konular etrafında en bildik sözlerinden biri “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ya da açılımlı şekliyle “Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” Şeklindedir. Devamında ise “İlim ve fen haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir” buyurmaktadır. İlk anda açık uçlu başlayan tanımlama kapalı uçlu bir yaklaşıma mı dönüşmekte yoksa? İlimden başka yol gösterici olmadığı dairesinde pozitivist bir yaklaşım olarak okunmaz mı? Okunmaz, çünkü geleneksel ilimle modern bilim kavramının bir ve aynı şey olduğu söylenemez.
Burada modern çağın bilim algısının hele ki, on dokuzuncu yüzyılın materyalist, pozitivist cereyanların hakim olduğu, yirminci asrın ilk yarısının ise tanrıtanımaz bir irrasyonalizme, sürrealizme kapı araladığı dünyası düşünülürse doğa ve sosyal bilimlere ancak geçit verdiği söylenebilir. Diğer yandan yirminci asrın etkin filozofu Wittgenstein’in henüz pozitivist ölçekli ilk döneminde seyrettiği, dine, metafiziğe kendi kimyası, dinamizmi içerisinde eğilmek gerektiği bağlamında düşünce geliştirdiği ikinci dönemine ise halihazırda geçmediğini belirtmeliyiz.
Araştırmacı Tuncay İmamoğlu “Mantıkçı Pozitivizm, Wittgenstein ve Din” başlıklı makalesinde “Dini ve metafizik ifadeler, kullanıldıkları bağlam içerisinde bir anlam ifade etmektedirler. Wittgenstein’ın ikinci döneminde geliştirdiği “dil oyunları”ndan hareket eden kavramsal çözümleyiciler, dini ifadelerin de kendilerine has bir mantığının olduğunu savunmuşlardır.” Demektedir. Yine final bölümünde “Mantıkçı pozitivistlerin ifadeleri, niçin, nerede ve kim tarafından kullanıldığına bakmaksızın, olgusal ve değer bildiren ifadeler şeklindeki sınıflandırmalarının yetersiz ve hatta yanlış olduğunu ortaya koymuş, diğer şeylerin olduğu gibi, dini ifadelerin de kendine has bir mantığının olduğuna dikkat çekmiştir. Kavramsal çözümleme, dini ifadelerin anlamlarını, onların kullanıldıkları bağlamlarda aramanın önemine vurgu yapmış ve bu ifadelerin ait olduğu dinin müntesipleri için oldukça önemli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu durumda yapılması gereken şey, dini ifadeleri ait olduğu dinin içinden incelemek, o dine inanan insanlar için bunların ne ifade ettiğini anlamaya çalışmaktır.” Şeklinde tarifte bulunmaktadır.
Burada, Atatürk’ün önderliğindeki erken Cumhuriyet döneminin din, laiklik uygulamalarının ünlü filozofun bu ikinci döneminin öncesinin filozofik algısıyla karşı karşıya inşa edilmesi ise bir talihsizlik eseri midir tartışılabilir de.
Ne var ki, Mustafa Kemal’in üstte yer verdiğim ünlü sözünde ilim kavramını kullanmış olmasının bir anti paranteze müsait olduğunu söylemek bilmem ki mübalağa mıdır?
Öyle ki, kavramın geleneksel ve tarihsel yapısı maddi ve manevi tüm sahaları içerisine alacaktır. Tam da bu noktada bir hatırat notunu aktarmakta fayda görürüm. Atatürk tarafından “İlahiyat Fakültesi” tesis ettirilir. Burada Tefsir, Hadis, Kelam ve Fıkıh gibi dini ilim şubelerinin okutulmasına muhalefet edenlere Atatürk; nasıl ki fen ve sosyal bilim eğitiminin müfredatı varsa din alanında en üst seviyede verilecek eğitimin bileşenleri arasında da İslami ilim birimlerinin mevcudiyeti pek tabiidir demek suretiyle hakka ve hakikate işaret etmektedir.
Bir başka örnekle “Biz cahil dediğimiz zaman mutlaka okula gitmemiş olanları kastetmiyoruz. Kastettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de özellikle sizin içinizde görüldüğü gibi gerçeği gören gerçek bilginler çıkar.” Sözlerinden ne anlamalıyız? Şu kadar ki “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır” sözü de pek meşhur değil midir? Yahut “bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün” tabir ettiğimiz haller yok mudur hayatın içerisinde?
Bir diğer hususu da önemle belirtmeliyiz. Mustafa Kemal müspet ilim ve düşünceye değer ve ehemmiyet vermektedir. Her alanda hurafelere karşı çıkmaktadır. Mantık, metot, perspektif, tutarlılık ögelerini önemsemektedir. Ve değişimin tuzaklı bir kavram olduğunun farkındadır. İleriye de geriye de kapı ve pencere açabileceğini nazarı dikkate almakta, gözden uzak tutmamaktadır.
Peki, Mustafa Kemal Atatürk’ün Din kavramı üzerine söylemleri ve yaklaşımları başka hangi biçimlerde tezahür etmektedir? Sözgelimi, “Ben manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır.” demesi neyi gösterir, ne anlamalıyız? Elbette bütüncül bir dünya görüşünün ifadesidir. Yine bu cümlede geçen her kavramın birbirinin yerine ikame edilemeyecek bir ağırlığı, bizatihi değeri olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz virgülün, birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konduğu hususu noktasında itirazda bulunulabilir. Şüphe yok ki, tanımlamaya vakıf olmak babında örnek verebiliriz. Sözgelimi “Fırtınadan, soğuktan, karanlıktan ve biraz da korkudan sonra bu sıcak, aydınlık ve sevimli odanın havasında erir gibi oldum.” sözünde fırtına, soğuk, karanlık ve korku eş görevli olmakla beraber eş anlamlı oldukları da söylenebilir mi acep?
Bunun gibi, Ayet kavramı dinsel inanç ve değerlere, dogma kavramı felsefi önermelere, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural deyişi de siyasal yaşamda statükoculuk ve devrimci tutuculaşması gibi unsurlara dirsek teması yapmaktadır. Yoksa sanılabildiği gibi ayet ve dogma kavramları muhakkak surette birbirini teyit eden, biri öbürünün yerine geçer kavramlar değildir. Ayet bırakmıyorum demek suretiyle ilke ve devrimlerinin bir tür din olmadığını anlatmaktadır. Hani kimi zaman öne sürülebildiği gibi din kavramını özelde de İslam’ı reddetmek anlamı taşımamaktadır. Kendi söylemlerinin din olmadığını söylemek dini tümden ret anlamına nasıl gelir ki?
Evet, Amerikan Büyükelçisinin bir anketine ve yönelttiği sorulara verdiği yanıtlarda, Tanrı’ya inandığını ve tüm dinlere saygılı olduğunu dile getirmesi akla gelebilir. Bu aslında yüzyıl öncesinin seküler çerçeveli dünyasında Türkçü, milliyetçi sanat, edebiyat, fikir ve politika adamlarında karşılığını bulabilmektedir. Kimi Türkçü hatta Osmanlıcı ediple yapılan mülakatlarda İslam’ı nasıl algıladıkları, karşıladıkları sorulduğunda milletimin bin yıllık dinidir demek suretiyle saygı duyduklarını bildirdikleri görülmektedir.
Kuşkusuz burada yaptığım değerlendirmeler de mutlak doğru olmasa gerek. Tartışılabilir, eleştirilebilir. Aksi, bu tanımlamaları yapan bendenizi de dogmatizmin kucağına düşürecektir.
-DEVAM EDECEK-
L.T.