4
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
736
Okunma

19’uncu asrın meşhur bestecilerinden Çaykovski’nin ölüm sebebi çok yerde kolera olarak geçer. Yanlışta değildir hani. Koleradan hayata veda ettiği muhakkaktır. Ne ki, tetikleyici etmenler farklıdır. Bir iç katmanda intihar ettiği dile getirilir. Daha iç bir katmanda ise devlet eliyle intihara teşvik edilecektir. Koleranın kol gezdiği bir dönemde bir bardak kaynamamış suyu dikecektir tepesine.
Ünlü müzik dehası eşcinseldir açıkçası. E Çarlık Rusya’sı dönem. İki yüz elli yılı bulan tarihiyle Bolşoy bale ve tiyatro topluluğu geleneği göz önüne alınırsa aristokrasi son derece sanatsever halbuki. Öyle ki, gençliğinde Çarlığa karşı Petraşevski hareketine karışan ünlü yazar Dostoyevski, önce yakalanıp idama mahkum edilecektir. Ve fakat Çar tarafından diğer grup üyeleriyle birlikte affa uğrayacaktır. Cezalarıysa kürek mahkumiyetine çevrilecektir. Oysa eşcinsellik böyle karşılanmıyor. Sözüme mim koyun lütfen! Devlete karşı işlenen suçta dahi sanatçıya tanınan tolerans bir başka sanatçıya homoseksüellik üzerinden tanınmıyorsa kökü çok daha derinlerdedir konunun. Demem şu ki, hadisenin zamanına takılmamak gerekir fazla.
Evet, günlüklerinde şöyle yazdığından söz edilmektedir üstadın:
“Bugün Z bana alabildiğince acı veriyor. Tanrım, nasıl da acı çekiyorum. Z’nin verdiği duygudan değil ama daha çok onun içimde varlığını sürdürmesi gerçeği yüzünden.” "Z" harfiyle dile getirmek istediği, çaresizce gizlemeye çalıştığı, homoseksüellik dürtüsüdür. Kalbi, ilk piyano eserlerinden ikisini ithaf ettiği öğrencisi Vladimir Şilovski gibi genç erkeklere aittir. Yakınlık gösterdiği oğlanların arasında, bir prensin yeğeni de vardır. Genç, Çaykovski’yi bir dilekçeyle Çar’a şikâyet eder. Çar bu utanç verici olayı Başsavcı Yakobi’ye iletir.”
E sonrasının anlaşılmaz bir yanı olmasa gerek. Yeni bir eser üzerinde çalışırken niçin apansız canına kıyacaktır? Enteresandır üstat toplumda rengini belli etmemek, kamufle olmak adına bir izdivaç dahi yapar.
Kuşkusuz özgürlük temel insan değerlerinden biri. Hava gibi, su gibi. Yokluğunda kıymetine varılır hani. Özgürlük sorumluluk münasebeti madalyonun diğer yüzü olsa da, yaşama hakkının kutsiyetinden başlayarak ve halka halka genişleyerek varlığını duyurur bizlere. Oysa bazı konuların kapsam alanına girmesi hiçbir yeryüzü köşesinde kolay değil. Özgürleşmenin güçlüğü kadar ilgili alanda mevcudiyeti de, mevcudatın bir parçası olup olmadığı da tartışmalıdır. Bizde, eller aya giderken biz nelerle uğraşıyoruz söylemleriyle süslemeli olarak, batı ülkelerinde bu konuların çağdaş değerler üzerinden özgürleştiği sanısı hatta kanısı uyandırılır da meşhur deyişle kazın ayağı öyle değildir pek.
Daha günümüze yakın bir anekdot spor dünyasından. İsmi İngiltere’de eşcinsel olduğunu açıklayan ilk futbolcu olarak geçen Justin Fashanu’nun hazin olduğu kadar ibretlik öyküsüdür bu. Önceleri istikbal vaat eden genç bir yıldız forvet iken eşcinsel olduğunu fark eden hocasıyla yaşadığı problemler ve takımdan kesilmesiyle birlikte verimsiz bir oyuncuya dönüşecektir Justin. Gün gelir “gey” olduğunu ilan eder açıkça. Ve tabi yalnız arkadaş çevresinde değil ailesi tarafından da dışlanır. Bin dokuz yüz doksanlı yılların batı toplumsal ortamında kabul görmeyen bir durumdan söz ediyoruz açıktır ki. Ve nihayet bin dokuz yüz doksan sekizde intihar edecektir Fashanu.
İntihar notunda “Suçlu olduğumu sanıyorum. Arkadaşlarımı ve ailemi daha çok utandırmak istemiyorum. Umut ediyorum ki çok sevdiğim İsa Mesih beni nezaketle karşılar, nihayet huzur bulurum." Demektedir. Hiç şüpheniz olmasın bu not ailesi için tükenmez bir hüzün kaynağıdır.
Çok yıllar önce bir tartışma kimilerinin hatırındadır. Bir spor programında bir devrin ünlü futbol yıldızlarından Tanju Çolak hiç eşcinsel futbolcuya rastlamadığını belirtirken, her şeyden önce ağır antrenman ve kondisyon yükünü yumuşak insanın kaldıramayacağına vurgu yapıyordu. Gerçeklik yönü kuvvetlidir de imkânsız kılmaz. “Maskülen” karakterde bir spor olması, anlaşıldığında kişinin dışlanmasına müsait atmosfer karşısında en azından eğilimli kişi bu yönünü bastıracaktır. Ne var ki, hiç olmaz demek oldukça zor.
Şu kadar ki, sanat dalları bu eğilimin palazlanmasına daha ziyade imkan verebilir de. Dünya çapında sanat edebiyat insanlarının içinde eşcinsel olanlar az da değildir. Sanatın doğası bunu ziyadesiyle mümkün kılabilir de. “Santimantalist” tabir edilen "Aşırı duygululuk, davranışlarına duygularıyla yön veren kimsenin durumu." Şeklinde tanımlanan hal sanatçının üretkenliğini kamçılayabilir de. Met cezir manzaralarıyla sanatsal verimlilik at başı gider dersek bilmem ki mübalağa mı ederiz. Her ne kadar toplumsal kültürel zeminde istendik bir durum olmasa da, eşcinsellik sanatçının alanında tavan yapmasına olanak sağlayabilir de.
Son yıllarda hayata veda eden, Frank Sinatra’nın bir dönem “yeteneğine sahip çık, onu büyüt” dediği George Michael böyledir örneğin. Romantizmin ince dokunuşlarıyla bezeli kadife gibi bir sese sahip olması eşcinsel kimliğinden bağımsız mı? Gerçek dışı bir yaklaşım olur buna inanmak. Birbirini besleyen destekleyen bir yanı muhakkak var.
Yine söz gelimi bir başka İngiliz şarkıcı Simon Le Bon’u alalım. Ünlü modellerden Yasmin Le Bon ile kırk yılı bulan bir evlilik hayatı bulunuyor. Wham ve Duran Duran grupları ya da George Michael ve Simon Le Bon’un müziğinin farklılığında benlikleri, yaşamı karşılayış biçimleri hepsi var. Hatta Michael’in seksenlerde Wham grubundaki ortağı Andrew Ridgeley müzik dünyasında silinip gider sonraları. Eşcinsel değil kendisi. Bananarama grubundan Keren Woodward ile evlilik yaşamı bulunmakta dahası. Demem o ki, eşcinsellikle sanat arasında kısmi bir bağ kurulabilir de. Sanatın bizatihi kendisini değil de tarzı, stili tayin eden bir dokunuştan söz ediyorum. Lokal bir hale bağlıdır açıkçası. George Michael’in One More Try, Kissing A Fool, Last Christmas gibi parçalarıyla Duran Duran’ın The Wild Boys, Notorious, The Reflex gibi şarkılarını mukayese etmekte fikir verebilir zannımca.
Oysa spor bambaşka bir tabiata sahip. Fiziki aktivitelerin en üst seviyede sergilendiği profesyonel spor ortamları bu tip gelgitli, zikzaklı insan tipini kaldırmayacağı gibi, özellikle takım sporlarında daha farklı bir nedenle namüsait bir temelde seyredecektir.
Mesela İngiliz futbolcu Fashanu olayında antrenör onu dışlamakta, takımdan kesmekte haksız mı? İlk bakışta hoca faşizan bir tavır sergilemekte. Demokrat bir anlayışla o onun özel yaşantısı, ben oyuncunun performansına bakarım dese ya. İlk bakışta bu düşünce doğru görünebilir de. Gerçek bunun tam tersi olmasın sakın!
Bir kere takımda oluşacak huzursuzluğu, ikilik ortamını düşünün. Öyle ya, futbolcu hemcinslerine alaka duymakta. Öyleyse arkadaşlarına hangi gözle bakacak, dahası bakıyor? Antrenman ya da maç sonrası birlikte duş aldığı yüzü gözü sabunlu arkadaşına bakarken içi titriyorsa. Öyle ki, bir de vücut diline yansıdığında o ortam o oyuncuyu barındırır mı? Barındırmalı mı?
Durumu fark eden ikinci bir sporcunun hop ne yapıyorsun lan sen, nasıl bakıyorsun Paul’e öyle, evet baktığını gördüm demesini takiben sabunlu gözlerini sıkarak Paul’ün n’oluyor ulan burada demesiyle tekme yumruk birbirine girmez mi insanlar? Malzeme çantasını da eline verip çırılçıplak dışarı atarlar maazallah. İşte oyuncuyu takımdan kesen antrenör bunu görüyor, kestiriyor gerçekte.
Elbette bireyselde ister fizyolojik, hormonal çizgide okuyun isterse tedavi görülmesi gereken bir rahatsızlık hali alın, eşcinsel bir insanın ötekileştirilmesi, tüm toplumsal alanlardan tecrit edilmesi, düşmanlık beslenmesi ona kabul edilemez de direkt temas halinde bulunduğu mikro çevrede özelle genel, kişisel ile toplumsalın iç içe geçmesi, örtüşmesi kaçınılmazdır kanımca.
Hani derim ki, zannedildiğinden çok daha karmaşık, derinlikli bir konu bu. Canım efendim! Kişinin özeli, kime ne? Üretimine baksanıza siz onun tarzı söylemler gönlü okşar ancak, gerçekliği ortaya koymaz.
-LT-