17
Yorum
19
Beğeni
0,0
Puan
1513
Okunma

Koridorda beni görür görmez yüzündeki şaşkınlığı şimşek bakışları ile ateşe verip hızlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Nerede ise koşacaktı da ayaklarına bağlı görünmez zincirler ona engel oluyordu. Hep böyle çabuk çabuktu her işi. Ben ise onu gördüğüm an bulunduğum yere çivilenmiş gibi kalakaldım. Göğsümden beynime doğru yürüyen bando takımını durdurmak ister gibi başımı yana eğdim. Bu baş hep mi ağır gelir insana?
Uzun, geniş ve yüksek tavanlı devasa koridor bir anda daralıp sadece onun kadar kalmıştı. Ne asansörlerden inip binenleri, ne merdivenlerden çıkanları ne de guguklu saat ağzı gibi duvar boyunca sıralanmış odalarca kapılardan girip çıkanları görmez olmuştum. Kasveti ve ağırlığı ile boğan adliye binası şimdi manasızca başkalaştı. Heyecanıma çarpan büyük duvarlar küçüldükçe küçüldü. O, bana doğru yürüdükçe bir hayalin ortasında olduğum hissine kapıldım. Guguklu saat kapılardan birinden tombul bir kuşa benzeyen hanım memur ona seslenince bana kilitlediği bakışlarını kadına yöneltti. Bir mıknatısın çekimindeymişiz hissi kısa bir an dağıldı. Kadın konuşmaya devam ederken işaret parmağını bana doğru gösterdikten sonra o güzel uzun parmaklı elini havaya kaldırarak ‘’bekle’’, dedi. Uysal bir köpek gibi başımı salladım ‘’neyse ki kuyruğum yok, olsa onu da sallardım şimdi’’, dedim gülümseyerek içimden.
Dosyalı kadın memurun tombul bacakları kısa topuklu stilettolarına kadar sarkıyordu. Bileksiz ayaklara en güzel örneklerden biri idi bence. Diz altındaki siyah eteğini krem renkli, dantelli bluzu tamamlıyordu. Kısa boynunu küt saçları ve küçük ağzı ve burnu ile sevimli, tombik yüzü takip ediyordu. Tombul ellerini konuşmasına sürekli dahil edebilmek için klasörü koltuğunun altına sıkıştırıp hararetle anlatırken sanki dakikalar değil de saatler geçiyordu.
Heyecanımı bastırmaya yetmeyen bu gözlemin neye faydası var. Her şey, ilk karşılaşmaya kadar bir bir yeniden yaşanıyor işte zihnimde. Bu zelzele başladı bir kere. Burama kadar şiirle dolmuşum meğer. Onun her zerresine sayfalarca şiir yazabilirim şu an.
İşte geliyor! Düşüncelerin infiali yine kendimi sağlamına pataklarken sadece beş dakika kadar bir süre geçmesine rağmen asırlardır bir zindanda tutulmuşum gibi bitkin ve çaresiz hissediyorum. Hem coşkun hem üzgün bakışları ile beni kucakladıktan sonra sol elini uzattı. Ama, şey, O solak değildi ki! Bu şekilde nasıl tokalaşacağız şaşkınlığı ile yüzüne baktığımda benim afallamış halime aldırmadan O, hiç değişmeyen, sadece birkaç çizgi ile yıllanmış tatlı, muzip gülüşünü yüzüne yayıp sağ elimi yakaladı.
- Yürü bakalım kaçak. Sen bana çok hesap vereceksin. Öyle kolay kurtulamazsın elimden.
- Deli misin sen Mehmet? Aa, nereye götürüyorsun beni? Hem yıllar sonra karşılaşmış iki arkadaş bu şekilde diyaloğa girmez. Bak, düşüreceksin beni, çekiştirme. Her şeyin anormal yine!
- İki arkadaş! Biz şimdi iki arkadaş mıyız Elif? Ah, Elif, ah! Aniden sebepsiz terk ettiğim eski sevgilim bile diyemiyorsun değil mi? İçindeki Che, bir savcıya eski sevgilim demene engel mi oluyor Elif hanım?
- Saçmalıyorsun Mehmet! Artık koca adam olmuşsun. Ergen çocuklar gibi adliye koridorunda el ele koşar adım giderken aşıklar gibi kavga mı edeceğiz? Hem senin boyun mu uzadı? Zaten 1.90 değil miydin? İyice tepeden bakar olmuşsun içimdeki imgelere de, hıh!
- Bak, sus. Şimdi kahkaha atacağım şuracıkta. O zaman adliyede savcı nasıl sıyırdı diye sağlam manşet oluruz dedikodu gazetesine. Gel bakalım huysuz, odam burası.
‘’Cumhuriyet Savcısı Mehmet Demir’’ , odam dediği yerin kapısındaki pirinç levhada bu yazıyordu. Buz gibi soğuk… o hızlı adımlarla odasına girip masasının başına geçerken ben girişten itibaren yavaşça adımlayıp odayı taradım. Masadaki isimliğin süs biblosu olan adalet kızın terazisi hanidir neden bozuk diye soracak olsam bi dünya laf duyacağımdan yutkundum. Deri sümen, laptop, deri bardak altlıkları, orta kalite ama oldukça zevkli ofis mobilyaları, koltuklar, sehpa koyu rengin en karamasarından gri jaluzilere çarpan hissizlik… Her ofisin demirbaşı gibi köşedeki yeşil saksı çiçekleri de tamam olduğuna göre bu oda bir savcı odası olmayı hak ediyordu da Mehmet bunu hak ediyor muydu? Üniversite yıllarından beri sahip olduğu materyaller, eşyalar, unvanlar asla onun sıcacık ruhunu yansıtmadı. Kimliği onun hapishanesi gibiydi. Masasının arkasındaki kocaman Atatürk resmi de olmasa bu oda çekilecek çile değildi bence.
Odadaki tek sıra dışı şey Mehmet’ti. Az önce elimde olan Mehmet’in sol eli henüz yirmi yaşındaki gibi sıcacıktı. Sağ eli ile mi bu kadar soğuk kalabiliyordu? Telefona uzanıp bize kahve söylemesini izledim.
- Sade olacak değil mi? Bak söyledim ama değiştirebilirim.
- Sade, evet Mehmet. O hiç değişmedi. Bende her şey hep sade.
- Sen karmaşanın sözlük anlamısın Elif, ne sadesi ya.
Gülüştük…
Aklım geçmiş ile şimdinin arafında kalmış bir kuş gibi çırpınıyordu. Az sonra bana yıllardır kaçtığım o soruyu soracaktı. ‘’Neden?’’ Ona yıllardır söylemek isteyip de ertelediğim bu cevabı belki bugün vermek nasipti.
Bilmiyorum!
Devam edecek...