29
Yorum
28
Beğeni
0,0
Puan
3263
Okunma


Yıllarca elektronik sektöründe üst düzey yönetiminde görev almış kız kardeşim gününün beş- altı saatini İstanbul trafiğinde geçirdiği için, bıkkınlıkla radikal karar alarak işinden ayrılmıştı.
O dönemlerde pazarda ihraç fazlası eşyalar satan bir Türk’le evli Gürcü bayanla tesadüfen tanışmıştı. Pazara alışverişe gittiğinde Gürcü bayan hastaydı, o gün tezgahında ona yardım ederek akşam olduğunda hastaneye götürüp yardımcı olmuştu. Gürcü bayanın ’’benimle ortak ol’’ teklifine ’’hayır’’ diyemeyip birlikte çalışmaya başlamışlardı. Gürcü Bayan taze para kokusuyla birkaç ay sonra Gürcistan’daki kuzenlerini de yanına çağırmıştı.
Kardeşim çok mutluydu. Sürekli elektronik eşyalarından şikâyet edenler yok, trafik yok, raporlar ve sorunlar hayatında yoktu artık. Ağzından ’’huzurluyum, çok huzurluyum’’ kelimelerini duyar olmuştum. Etrafındaki kişileri takip ettiğimde hukuk, işletme fakültesi vb. bölümleri okuyan üniversiteli bayanların olduğunu gördükçe hayranlığım daha da artmıştı. Hatta ve hatta mezun olup mesleklerini değil ticareti kendi istekleriyle seçmelerini öğrendikçe şaşkınlığım, hayranlığımı iki kat daha artırmıştı. Dumura uğradım desem yeriydi. Pazarın değişen eğitimli yüzünü gördükçe, saygı duyuyor, ekmek teknelerindeki alın terinin o parlak güzelliğine tanıklık ediyordum. Tezgâhları kalabalık olmaya başlamış, hem de kısa süre içerisinde esnafın güvenini de kazanan kardeşim tek başına kendi tezgahını kurmaya karar vermişti...
*
Geçtiğimiz temmuz ayında bir pazar gününde kardeşimle birlikte İstanbul/Tuzla’ya doğru sabah kahvaltısına gidiyorduk. Arabayı park edeceğim sırada kardeşimin telefonu çaldı. Karşısındaki kişiyle hararetli konuşmalarını dinliyordum. Kardeşim,
- Saat bire doğru ancak gelebilirim, beni bekleyin, hiç kimseye de çuvalları açmayın.
İçimden ’’Tamam bugün de gitti bizim hafta sonu gezmelerimiz.’’ Masaya oturunca kardeşime usulca baktım. Yüzümde her zamanki gibi ’’İşten ziyade sen daha önemlisin’’ diyen sistemimi okuduğu an, sesindeki yatıştırıcılıkla sevgi dolu gülümsemeyi yüzüne yansıtarak dikkatle bana baktı.
Keyifle yapacağımız kahvaltıyı, hızlandırılmış şekilde çar çabuk yapıp Kadıköy’e doğru yola koyulduk. O gün hava mis, bulutlar pamuk şekeri gibi dokunsam elimde eriyecekti sanki. Huzurla gideceğimiz yere vardığımızda Kardeşime,
- Seni arabada beklerim, işini hallet Melek’imizi de alıp Çengelköy’de Boğaz’da kahve içmeye gideriz.
- Tamamdır, bir saate işimi hallederim.
Arabanın içinde koltuğa uzanarak kitap okumaya başladım, ta ki kardeşimin çalan telefondaki sesine kadar,
- Ümmühan gel, bahçede, açık havada çuvalları açıyoruz. Eski kitaplar var ilgini çeker. Sıkılmazsın.
Eski ama eskimeyen kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Arabayı güvenli yere park ettikten sonra binanın arka bahçesine, ağaçların olduğu yere doğru yürümeye başladım. Kardeşimin yanına vardığımda elinde yılan derisi kıpkırmızı pabuçlara doğru baktım.
- Bayıldım, çok güzel gözüküyor, numarası kaç?
Kardeşimin elime uzattığı ayakkabıyla ayak numaramın aynı olduğunu gördüm. Spor ayakkabılarımı hemen çıkartarak hiç giyilmemiş ayakkabıyı ayağıma geçirdiğim an merakla eğilip kutusuna baktım. Yetmişli yıllara ait, özenle saklanılmış, fiyatı ve tarihi de hâlâ içinde duruyordu.
- Sebom, izninle bunu ben alıyorum.
- Zaten senin için ayırmıştım. Çok yakıştı ayağına, hem de zarif durdu, güle güle kullan.
Burnuma lavanta kokularının yanında sabun kokuları yayılıyordu. Kitapları seçmek yerine kardeşimin eliyle tek tek incelediği döpiyes takımlarına, dantellere, yatak örtülerine, gelinlik günlerinden kalan kürke, çarşafa bohça edilmiş kupür gelinliğe bakıyordum. Hepsi mi sabun, lavanta kokar, hepsi mi muntazam şekilde askılara yerleştirilirdi. Ahh, kaç yılından beri kim bilir üzerlerine naylon muşamba geçirilmişti. Tüm eşyalar öylesine düzenli ve hiç giyilmemiş gibi tertemizdi. Sanki annemin sesi geliyordu kulaklarıma bir yerlerden, ona doğru koşuyordum. Annem, ’’aç bak kalbime, ben ve sevgin orada duruyor, hiçbir yere gitmediler’’
Etkilendiğim bu manzara karşısında duygusal olduğumu bilen kardeşim eliyle ileriyi, zakkum çiçeklerinin altındaki çuvalı göstererek,
- Kitapların yanına git, istediklerinden seç.
Kardeşime bakmadan o an eşyaları evden boşaltan doğu aksanlı gençlere dönerek,
- Eşyaların içinde erkeğe ait eşyalar yok.
Bir yandan da belli ki, teyzeden önce vefat etti kocası diye düşünüyordum.
- Abla, eşi yıllar önce vefat etti, onun için yok.
Bir sessizlik gözyaşlarını gizlice siler mi?
Kötü önsezi oturdu yanı başıma, kederlenerek, duyacaklarımdan korka korka sohbet etmeyi sürdürdüm onlarla.
- Evini boşalttığınız teyzeye ne oldu, öldü mü?
- Hayır abla, Alzheimer oldu, tek oğlu vardı bakmadı, yaşlıların bakıldığı bakım evine yerleştirerek, evini boşaltıp, kiraya verdi.
Gözlerimi kapadım o an avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Sığ ırmaklarda insanlığın ölüşüne boğuldum. Aile geleneklerini öldüren paraya tamahkâr olan evlatlara içimden haykırarak ’’tarih tekerrürden ibarettir, yapmayın, siz de aynısını yaşarsınız’’ diye yalvarmak istedim. Yerde duran aile albümünü elime alarak, eşiyle, oğluyla birlikte özenle sakladığı fotoğrafları hiç kimsenin eline geçmemesi için tek tek yırtarken hüngür hüngür ağlıyordum. Bir anne ki, tahminim altmış- yetmiş yıl boyunca solup, sarartmadan saklamıştı anılarını. Ya evlat, o evlat geçmişini yok edercesine üç kuruşa anılarını satmıştı.
Yazık...