24
Yorum
26
Beğeni
0,0
Puan
2749
Okunma


Günü, saati gelince sen ne dilersen dile, insanın yaşaması gereken alın yazısı kendiliğinden ortaya çıkar.
Helikopterimiz, inişinde olduğu gibi yine aynı daireleri çize çize Köylük Sırtı’na, daha da yukarıya, çok daha yukarıya Kaçkar Dağlarının doruklarının üstüne yükseldi. Yukarıdan ayağımızın altına serilen Kaçkar Dağlarının muhteşem görüntüsü eşliğinde 3500-4000 metre yükseklikte hayatımın ilklerini yaşıyordum.
Hatta, doğduğumdan bugüne kadar yaşamış olduklarım şerit halinde önümdeydi. Dağların asi Ümmühan’ı hayat yolunda emeksiz hiçbir şeye sahip olamadı. Kazandığı her çakıl taşını, tırnaklarını kazıya kazıya alın terinin hakkıyla elde etti. Hiçbir kişiyi de mesleğinde yükselmek için basamak olarak kullanmadı. Hatalar insanlar içindir, doğruya ’’doğru’’ yanlışa ’’yanlış’’ dedi. Esirgemedi sözünü ne de dostluğunu. En çok korktuğu, sadakatsiz ve aldatan insan tipleriydi ki, onları çevresinden mümkün mertebe uzaklaştırdı.
Cebindeki her kuruşunu ailesinde okuyan öğrencilere destek olarak harcadı. Bugüne kadar maddi, manevi sahip olduğu tek şey sevgi oldu.
Ermenice "Haçlı taş" anlamındaki "Haçkar" Kaçkar Dağlarının üstünde aşağıya doğru kıvrıla kıvrıla akan gür fırtına deresinin bembeyaz tel gibi inceldiğini, yemyeşil vadilerinse tuale sığacak kadar küçüldüğünü görüyordum. Gökyüzü, büyüklüğünden hiçbir şey kaybetmiyordu aksine yukarıya doğru çıktıkça yeryüzüne aynı incelikle, nezaketle bakarak asilliğini gözler önüne seriyordu...
Ah, insanoğlu maddi olarak yukarıya doğru mevki edindikçe kendini dev aynasında neden görüyordu. Fakir ve imkânı olmayan insanların ellerini tutmak yerine neden ’’hep bana, hep bana’’ diyordu. Sekiz kardeş aynı anda okula giderken yarım kalan eğitimimi tamamlayabilmek için yaşadığım zorluklar üzerine yemin verdim. Her ne yaşarsam yaşayayım, önüme ne gelirse gelsin, kötülüğü metanetle bertaraf ederek, maddi-manevi varlığımı sevinçlerimi ailemle ve sevdiklerimle bölüşmeye ant içtim...
Kanatlanıp adeta uçuyordum o an. Bir taraftan da fotoğrafların sergilendiği galeriye giriyordum. "Hayır, hayır bu daha büyük ötekinden hatta kocaman" dediğim sahil hattının hemen arkasındaki film setindeydim. Avatar, Titanic, Karayip Korsanları, Yüzüklerin Efendisi, Bir Zamanlar Amerika, Aşk Hikayesi, Cesur ve Güzel, Güzel ve Çirkin, Yeşil Yolda hepsinin başrol oyuncusuydum... Oradan başka bir sahneye geçiyordum. Şeker Kız Candy, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Cinderella, Heidi oluyordum.
’’Romantik’’ kelimesi tam karşımda beni gördüğünde neşeyle el sallıyordu ’’Hoş geldin benden daha duygusal Dağların Kızı Ümmühan. ’’
Gunn ablamın kulağıma taktığı kulaklıktan buğulu konuşmalarını duyuyorum, eşine
-Aşkım... Burası Alp Dağlarından çok daha güzel.
Burası Alp Dağlarından çok daha güzel...
Burası Alp Dağlarından çok daha güzel...
Alp Dağları, senin adını dünya tanıyor, varsın tanısınlar. Kaçkarlar’ım, sen benim gizemli aşkımsın, şöhretini hiç kimsenin bilmesine gerek yok. Sen bana ait, ben sana aitim. Ruhun ve ruhum berrak tertemiz, saf ve masum. Sen, beni hiç yanıltmadın, sadakatsiz olmadın, yalan söylemedin, dürüst oldun, aldatmadın. "Ellerimi sıkı sıkı tut bırakma" dedin, ihanet edenlere inat ne sen, ne de ben birbirimize ihanet etmedik. Bu eller sana ait bir başkasına asla ait olmayacak.
Gelinliğim ömrümün sonuna kadar senin doruklarında, lacivert kayalara tutunan bembeyaz kar taneciklerin içinde saklı kalacak.
Helikopter, denize doğru alçaldıkça, akşam güneşinin turuncu rengi yavaştan kendini gösteriyordu. Filmlerin son sahneleri hep kızıldır. Adımı sesleniyorlardı. Sesler duygusallık kokmuyordu ki. Duymak istemiyordum. Yeniden transa geçmek en iyisi mi, uyanmak istemiyordum. Bu an çabuk bitmemeli büyü bozulmamalıydı. Ablam sırt çantamı uzatıyor ellerime,
-Ümmühan, hadi inelim helikopterden.
Kendime gelerek etrafıma baktım. Rize’nin Ardeşen ilçesinde sahilde bir lokantanın yaptırdığı derme çatma piste çoktan inmiştik bile.
Elimde tuttuğum sırt çantamı karıştırıyor, evirip çeviriyordum. Kimliğim, uçak biletlerim ve cüzdanımın olduğu küçük çantam yoktu. Yok işte, bulamıyorum. Ablam telaşlı halimi görünce, yanımızdakilerin duymayacağı şekilde ne olduğunu sordu. Anlattım durumumu.
-Ümmühan, koltuğun üstünden eşyaların tamamını aldım, küçük çantanı göremedim yoktu.
O sabah Gunn ablam kahvaltıyı hazırlarken küçük çantamı yanıma alarak, yayladaki nenelerime, dedelerime, yengemlere, amcamlara, kolu komşuya selam vere vere her kapıya uğrayıp, dualarını aldıktan sonra eve dönmeden önce mahallede olan çocuklarla birlikte baraka şeklinde yapılan küçük bakkala gitmiştim. Yaşayamadıklarımı vardı, görüp alamadıklarım. Bir zamanlar bakkalın önünde durup bisküvilere, çekirdeklere, akide şekerlerine hevesle bakarak iç geçirdiğim günler. Çocuklar, bugün onlara sahip olmalıydı benim gibi iç geçirmemeliydiler. Sabiha Gökçen Havalimanından evime ulaşacağım kadar taksi paramı ayırarak geri kalan tüm paramla çocukların canları ne istiyorsa fazla fazla alıp dağıtarak, mutlulukla evime dönmüştüm. Çantamı diğer koltuğun üzerine bıraktığımı hatırladım birden.
Akşama iki saat var yoktu. Hava kararmadan ablam ve patronum çay bahçesinde (sahildeki kafeteryanın adı) bekleyen arkadaşlarıyla (iş adamları) birlikte helikopterle Erzurum’a gitmeleri gerekiyordu.
İkimiz kara kara düşünüyorduk ne yapabiliriz diye. Yollar kapalı helikopterle gitsek karanlığa kalacaktık.
’’Kul sıkışmayınca, Hızır yetişmezmiş’’
Zahide, patronumun yaylaya helikopterle gelip, bizi alacağını öğrendiğinde, dayımın oğlu Fahrettin’i arayarak helikopterin ineceğini Ardeşen’den beni alarak Rize- Pazar’daki evimize, oradan da gece yarısı Trabzon Havalimanına götürmesi için, gidiş programı çoktan ayarlamıştı.
Fahrettin’i karşımda gördüğüm an dünyalar benim olmuştu. Fahrettin’in,
-Gözünüz aydın siz uçarak gelirken, selden zarar gören yollarda ulaşıma açıldı.
Ablama döndüm hemen.
- Geceye kalmadan yola çıkın, ben Fahrettin’le birlikte gerisin geri yaylaya çıkarak, çantamı alırım dedim.
Tereddüt etse de onu ikna ederek ’’Allaha emanet olun, güle güle gidin, güle güle dönün’’ diyerek sarıldık birbirimize.
Fahrettin’le birlikte yeniden yaylaya doğru yola koyulduk, mola vermediğimiz sürece üç buçuk dört saatte orada olurduk. Çantamı alır almaz, dönüşe geçer, ucu ucuna Trabzon havalimanına yetişirdik...
Kardeşim Müjdat da yayladaydı zaten. Annem dağ yollarının tehlikeli olduğunu bildiği için gece yolculuğuna izin vermezdi. Yarın yola çıkaracağını tahmin ederek dönüşte onu da yanımıza almak için plan yaptık.
Hava iyiden iyiye kararmaya başlamıştı, aracımız yayla yollarına uygun olmadığından yokuşlarda ve rampalarda zorlanıyordu. Çat köyünü üç km geçtikten sonra tam Döner Göl’de çığın geldiği zorlu bölgede aracımız su kanatmasın mı? “Eyvah” dedim, “eyvah hiç kimsenin geçmeyeceği bu saatte ıssız mı ıssız yerde kapana kısıldık.” Bir yandan aracın soğumasını bekliyor bir yandan da kara kara düşünüyordum. “Araç burada su kaynattıysa mümkünü yok, o dağlara doğru daha çıkamaz.”
Eteklerimden havalanan binlerce gelincik çiçeğiyle birlikte birkaç saat önce bütün filmlerin başrol oyuncusuydum. Şimdi eteklerim sönmüş ve ben öylece kalakalmıştım.
Ve, sanki her şey aslına, çocukluğuma geri götürüyordu beni.
Uzaktan, çok uzaklardan bir aracın farlarını, ağır ağır gelen araba seslerini duyuyordum. Heyecanla ve sıkıntılı bir şekilde beklemeye başladık. Fahrettin’le birlikte yolun ortasında durup inek taşıyan kamyonu durdurduk. Şoföre nereye doğru gittiğini sorduk, yaylamızdan daha yukarıdaki Başyayla’ya doğru gittiğini söyledi. Kamyonun içinde şoförün yanındaki koltukta iki tane yaşlı teyze oturuyordu. Kamyonun kasasının baş tarafının bir köşesinde ise, ineklerin yanında da 45-50 yaşlarında bir adam vardı. Kimlerden olduğumuzu sordular. Kale yaylasından Azizoğullarının kızı olduğumu, durumumu anlatarak araçlarına beni de almasını rica ettim şoförden. Kasanın içinde, ineklerin yanında olan adam lafa karıştı
-Görüyorsun aracın içinde yer yok bacım.
-Amca, ineklerin yanında kasanın diğer baş tarafında sizinle birlikte yolculuk yapabilirim.
Adam kıyafetimin şıklığına, narin bedenime, nasırdan arınmış akça pakça ellerime baktı, dudak büktü.
-Olmaz bacım inekler seni ezerler.
-Amcam ezmezler, sen merak etme, ben onların başlarını okşar sever ara sıra konuşurum.
Fahrettin’i geri bırakarak, zor şer ikna edip ayağımda beyaz, renkli spor ayakkabılarımla kamyon kasanına tırmanarak ineklerin yanına atladım. Araç asfalt yolda değildi. Sivri, keskin taşların üzerinde ilerlerken, tekerlek hopladıkça ineklerin ağırlığı üstüme doğru yıkılıyordu. İneklerden gelecek darbelerden korunmak için, iyice kamyonun kasanına yapışıyordum. Ayaklarım, ve bütün bedenim sayısız darbelere maruz kalıyordu.
Annem, göç zamanı geldiğinde ineklerimizi yıkar paklar tertemiz yapardı. (Sadece göç zamanı değil, babama ahırlarımızın içine çift musluk yaptırarak her sabah çocukları yıkar gibi hayvanlarını yıkardı.) Üstelik de yine yaylaya göçerken kamyon kasasının içini talaşlarla, yöre diliyle ’’çaça’’ dediğimiz kuru gazelle doldurur hayvanlarının ayaklarının kaymasını önleyerek, onların eziyet çekmelerini istemezdi. Kendisi de asla şoförün yanında asla oturmazdı. Kasanın içinde hayvanlarının yanında yerini alır, ’’Tirindaz’ım, Ufuk’um, Kınalı’m, Alaca’m’’ diye konuşa konuşa dört saatlik yolu altı saate çıkarak "üç kuruş fazla vereyim hayvanlarım eziyet çekmesin, yavaş yavaş gidelim aman oğul" diyerek şoföre de yola çıkmadan önce tembih üstüne tembih ederdi. Kamyon kasasının diğer ucunda da genellikle ben olurdum. Ayağımda çizmelerim, naylon pantolonum darbelerden korunacağım kalın özel dikilmiş ot yastığım olurdu.
’’Bu zorlu hayattan kurtuldum’’ dediğimin üstünden kaç yıl geçmişti. Aha, ben yine kamyon kasasının içindeydim ve hayvanlarla yolculuk ediyordum.
Annemin, göç zamanında ’’hayvanlarım temiz yolculuğa çıksın’’ diye yaptığı gibi inekler yıkanmamış, kamyon kasasına hayvanların ayaklarının kaymasını önleyecek hiç bir önlem de alınmamıştı. Hayvanlar kamyonun tekerleği yoldaki sivri taşların üzerine çıkıp her hoplamasında bir o yana, bir bu yana kayıyorlar, resmen işkence çekiyorlardı. O yetmezmiş gibi çile içerisindeki hayvanlarda sürekli çiş, kaka yapıyordu.
Ah, helikopterle yaptığım yolculuğumda parfüm kokarken şimdi ben, ahır ve sidik kokuyordum.
Kur’an’da 43 yerde geçen gaybla ilgili ayetler aklıma geldi:
’’Şüphesiz, son saatin/kıyametin bilgisi Allah katındadır.
Yağmuru O yağdırır.
Rahimlerde ne var O bilir.
Kimse yarın ne kazanacağını bilemez.
Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez.
Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır’’
Yollar açılmıştı, fakat, elektrik direkleri onarılmamıştı. Evimizde yanan gazyağı lambasını gördüğümde derin bir nefes aldım. Yol boyu sohbet ettiğim Başyaylalı Amca, konağın kızı olduğumu öğrenmişti. Mahallemize geldiğimizde, kamyonun üstünden şoföre seslenerek aracı durdurmasını söyledi. Kamyon kasanından toprağa doğru atladığımda her yerim tutulmuş, zorla yürüyordum. Sanki kamyona binmemiş, aksine üstümden geçmiş gibi harap, kırık döküktüm. Biliyordum morlukların tüm vücudumu sardığını.
Eve ulaşmanın verdiği rahatlamayla, güven içerisinde yaşadığımız yaylamızda, bir zamanlar evimizin kilitlenmeyen kapısının kolunu çevirip, içeriye doğru girdim. Mutfakta annemin sırtı bana dönük, pencereden dışarıya karanlığa bakıyordu. Müjdat’a sus işareti yaptım. Babam, yatsı namazı için abdest almaya gitmişti.
-Annecim ben geldim.
Annemse sesim hayaldir diye hiç tepki vermedi. İkinci kez,
-Annecim ben geldim, sonra da ekledim.
- Telaşlanma, çantamı burada unuttum, geriye döndüm.
Annem, ikinci kez duyduğu sesime, pencereden yüzünü bana doğru çevirdi. Gazyağı lambasının loş ışında gözünden akıttığı yaşlarını gizlemeye çalışarak birbirimize sımsıkı sarıldık.
-Kızım, aceleden helikoptere bindiğin için ilk defa sana doya doya sarılamadım. Güle güle diyemediğimin üzüntüsünü yaşıyordum gün boyu.
Birden geri çekilerek,
-Püffffff, Ümmühan çok kötü ahır kokuyorsun. Ne oldu?
Sobanın üstünde kaynayan büyük kazandaki suyu kaptığım gibi banyoya götürdüm. Aceleden banyomu yapıp dolabımda duran eski kıyafetlerimden birini giydim. Annem o ara yerde hemen bakır tavada muhlama yaptı. Onu yiyip bir taraftan annemle babamla konuşarak, bu kez gönlüme göre sarılarak ve dualarını alarak, Müjdat’la birlikte ıssız yerde, vahşi hayvanların olduğu bölgede ’’arabanın içinden sakın dışarı çıkma’’ diye tembihlediğim, bizi bekleyen dayımın oğluna ulaşıp, onun aracı önde bizim aracımız arkada takip ederek Rize- Pazar’daki evimize uğramadan Trabzon havalimanına doğru yola koyulduk.
Kader, canında can, teninde ten.
Kaderin kucağında sen, onunla ayrılmaz bir parçasın...
Patronum, unuttuğum çanta olayından, ablamla gizli konuşurken her şeyin farkındaydı. Başarmak için müdahale değil, teşvik olmalıydı diyerek susarak beklediğini, beni odaya çağırdığında anladım.
Geziden sonra ofise döndüğünde odasının duvarından indirdiği yazıyı okumaya başladı. Okuyup bitirdikten sonra bana uzatıp, ’’bir kopyasını al ve duvarına sen de as’’ dedi.
-
Lao Tzu’nun o meşhur, atı kaybolan yaşlı adam ve köylülerin hikâyesi.
Atı Kaybolan Yaşlı Adam ve Köylüler.
Köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş, fakat öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki bu adamın, kral bile onu kıskanırmış. Birçok defa kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.
“Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?” dermiş hep.
Bir sabah at ortadan kaybolur
Derken köyde bir sabah kalkmışlar ki, at yok.
Köylü, ihtiyarın başına toplanmış.
“Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Bu fakirlikte böyle değerli bir şeyi nasıl koruyabilirsin? Krala satsaydın, istediğin kadar paran olurdu ve ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.
İhtiyar “Bir karara varmak için acele etmeyin” demiş. Sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yargınız ve sizin yorumunuz. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
At bir gece ansızın döner
Ama aradan çok gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi başına dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki bir düzine yabani atı peşine takıp getirmiş.
Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.
“Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değilmiş, şimdi bir sürü atın oldu; adeta başına devlet kuşu kondu.”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin ama yargılamayın! Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç, tüm bildiğimiz yaşamın yalnızca bir kesiti. Yaşam bir kitap gibidir. Bir kitabın ilk cümlesinin ilk kelimesini okur okumaz o kitabı nasıl anlayabilir, tamamı hakkında yargıya varıp fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa ihtiyarla açıktan dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler.
İhtiyarın oğlu attan düşer
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatağa hapsolmuş.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.
İhtiyar “Siz yargılama hastalığına tutulmuşsunuz, hep erken karar veriyorsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin yargınız ve yorumunuz. Ama acaba ne kadar doğru! Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez. Fakat siz her şey yaşanmış gibi sonuç çıkarıyorsunuz!”
Gençleri askere alırlar
Derken birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.
“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”
“Siz erken karar vermekten kurtulamıyorsunuz. Daima yargılıyor ve sonuç çıkarıyorsunuz” demiş, ihtiyar.
“Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu Allah bilir.”
Dünde yaşadıklarımız, yarınların bilinmezinden gelmiyor muydu?
Ümmühan YILDIZ