15
Yorum
21
Beğeni
0,0
Puan
7696
Okunma

Güneşin, üzerimize bambaşka doğduğu bir akşam üzeri, gönlümüzde bozulmamış dostluğumuz, beraber büyüdüğümüz arkadaşlığımız ve elimizde kahve fincanı.
Başını geri çevirse sanki arkasına bulutları toplayıp birdenbire yağmurları yağdıracak gibi. O’nun hikayesini dinliyordum.
*
Gittin...
Gidişin öyle sıradanlaştı ki, gözyaşı dökemedim ardından...
Sessizliğim öyle kanıksadı öyle alıştı ki kendine, bir daha adını diline almadı.
Yanarak biten bir kâğıt parçası dahi olmadı dünümüz.
Seninle, bir döngüye kilitlenmiş gibi durmadan üzerimi örtüyle örtüyor, çember daraldıkça kendimi dibe vuruyormuş gibi çaresiz hissediyordum. Ne bir adım yol alıyor ne de zamanla bendini aşmayı başaran küçük derelere benziyordum. Öyle delicesine bilinçsizce sürüklenerek her hareketinin akışına bırakmıştım kendimi. Avuçlarının içinde sağa sola çırpındıkça kanatlanamadan sığlığında boğuluyordum... Hiçbir sözünde güven yoktu, ne zaman ’’biz’’ dediğimde düğüm üstüne düğümler atıp susturuyordun etrafımdaki değerlerimizi. Artık en güzel duygularda yeşermek yerine karmakarışık hislerle evvel ve ahirimizi ister istemez birbirimizden ayırıyordum. Aramızda kıvamı bozulmuş manasız kelimeler ortaya çıkıyordu. Ne sen ne de ben düzeltmek için gayret sarf etmiyorduk. Sıradan bir gün bile bizim için o kadar güzelken, birbirimizi nedensiz arayıp kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz sohbetlerimizi dahi edemez duruma gelmiştik. Kilitlenmiştim sanki. Bendeki sevginin başka izahı yoktu. Ama sendeki buz metinlerini çözmekte bile adımı, adının yanında bir türlü göremiyordum.
Aşk, mavi suların üzerinde yıkılmadan yürümekti. Her nereye baksam nefesini ensemde hissetmek demekti. Oysa sana her baktığımda fırtına öncesi yağmur kuşlarının huzursuzluğuna benzer huzursuzluk bırakıyordun. Yaralandığım yerden çok ıraktın.
Daha evvel verilmiş sözlerin arkasında cesurca durmayacağını hiç düşünemedim. Suçu sende aramak yerine çevrendeki insanların sana karşı davranışlarını gözlemlemeye başladım. Zaman tünelinin içinden geçerken başka bir âleme açılmıştım sanki.
Bilemedim ayağına, ruhuna ve hayatına bağladığın prangaları, geçmişini unutamadığını. Onlardan kurtulmak yerine bizi yavaş yavaş öldürdüğünü.
Sevdiklerime karşı ’’hoşça kal’’ kelimesinin adı yoktu ki bende.
Ezmedim sevdiklerimi. Onlar da alnımı okşayan, gecenin gündüze kavuştuğu gibi her daim önümü açan yol oldular.
Ruhum bir tarla kuşu, bazen de orman serçesi olup rüzgâra karışır, bulut olup doruklara taşardı. Reçine kokulu düşlerim durmadan kök salan ormana benzerdi. Ve ben o ormanın içinde mutluluktan sarhoş olurdum. Umudumu bütün gücümle büyüttüm evrene. Haykırarak ’’evren sensin’’ dedim kendi kendime sıkılmadan, pişman olmadan. Yaptıklarımla utanmadan sevdiklerimin karşısına güçlü çıkardım. Sense, öylesine toprak gibi verimli, kendinden emin özgüveni yüksek beni, gücümü benden alıp paramparça bölerek yok ettin.
Empati kurmadan, yasaklayıcı nezaketten yoksun tavrınla üzerime doğru ’’hep ben haklıyım’’ kelimelerinle yürüdün. Anladım ki herkesin kendine ait özelliği var. Güzel insanlar hoşgörülerini ortaya koyarak üzmeden, kırmadan, dökmeden yol-yordamla sohbet ederler. Sevgisiz büyümüş, kökleri yaralı insanlar sadece kendi yeteneğinin, kendince haklı düşüncelerinin ön planda olmasını isterler.
Ben de ’’hoşça kal’ ’kelimesi olmadığı gibi ’’unutamamak’’ gibi bir özelliğim de vardı.
Aylar sonra bugün yüzüm nasıl diye merak edip aynaya baktım. Gözlerim masum acemi çocuk gibi hâlâ ışıl ışıl orada sapasağlam duruyordu.
Yanılgılarıyla sevdim onu. Kanatlanıp silkelendi.
Artık unutmak ve hoşça kal kelimelerini yokluğunda ödüllendirdim.
Ayağına, ruhuna, hayatına bağladığın prangalarınla beraber bundan sonra cismine mazhar olanlara bırakıyorum seni...
Hayat imtihanında mavi gezegende kanatlarını açıp kapayan orman kuşu olmanın yanı sıra sığırcık kuşları kadar özgür olarak ruhumu O’na teslim edeceğim, bunu biliyorum...