32
Yorum
34
Beğeni
0,0
Puan
3325
Okunma


Şubat ayının tam ortasındayız.
Sabahın erken saatinde İstanbul’un semasında kurşuni bulutların arasından güneş ağır ağır yükselmeye başlamıştı. Yaz ayları boyunca gölgesinden yararlanan insanların kış aylarında unuttuğu ağaçların kel halini seyrederek Bostancı sahilinde yürüyüş yapıyorum.
Denizin kenarında göç etmeyip kalan üç beş martıyla onlara eşlik eden deniz güvercinlerine bakıp aklımın kıyısına şiirler çiziyorum. Çizdiğim her şey beklentimin ağırlığını hissederek dayanamayıp geriye dönüyor. Öyle ya zorlayarak hiç bir güzelliğe ulaşamazsın. İncelttikçe inceltiyorum yok olmuyor, susturulan kalbe ne yapsan çok düşünür, zor beğenir modundaydı durum. Bir şeyler olmalı, en mahir mimarların dahi çizmeyi başaramadığı yepyeni bambaşka bir şey olmalıydı, ama ne...
Kendi, kendimi kandırırken gözümle çizdiğim her duygum vasatın altındaydı. Uzun yıllar boyunca şiirlere heveskâr göğsümün üzeri alışık olmadığı duyguya çöreklenmiş sisli ve nemli havayı soluyordu.
Üstümde de soğuktan korunmak için kat be kat giydiğim kalın giysilerin ağırlığıyla söyleniyordum bir yandan.
-Seni hiç sevmiyorum soğuk, hasta olmayayım diye şu giysilerin hamalı da oluyorum.
O an bir of çektim, karşıki dağlar yıkılmadı.
Yılların alışkanlığıyla huzurlu ve mutlu yaşama kendini bırakmak isteyen gölgem aydınlanması için mart ayının gelmesini bekleyecekti.
Son birkaç aydır iş yoğunluğumun üstüne üstlük bir de geçirdiğim korana’dan dolayı iyice yıpranmış ruhum ve yorgun gülüşlerim etrafta yeni çıkmaya başlayacak çiçeklerin tazelikleriyle örülmüş taç yapraklı mistik kokuları duymak ve görmek istiyordu.
-Lütfen beni hatırla, yanındaki küçük kızı hatırla dediğim an, o da ne? Yolumun üzerinde göz alıcı sarılıktaki rengi ve ihtişamıyla en enfes kokusuyla mimoza çiçeği karşımda duruyordu. İşte o an, havadaki kurşuni renkli bulutları söküp atmak, şikâyet etmeden mutlu olmak istediğimi fark ediyordum...
Yağmur sonrası çimlerin içinde biriken çamurlu suların ayaklarıma ve eşofmanıma şapırtı sesleriyle yapışmasına aldırmadan çocuklar gibi koşarak mimoza çiçeğini büyülü bir dokunuşla tutan belki de ilk eldim ben. O ince ve zarif mis kokuyu defalarca içime çektim...
Ah! dedim. senin baharda ilk açan çiçek olduğunu hiç kimsecikler bilmez. Kendimi tutamayıp güldüm ve başımı kaldırdım.
-Sesime sinen mutluluk, işte ben sadece sana talibim. Sen bensin, ben de sen.
Kırılgan kalbimin sesini duymuştu mimoza. Mart ayının ilk haftasında çiçek açması gerekirken, sürpriz yapıp şubat ayının ortasında kendini göstermiş, ruhumla dayanışmaya gelmişti.
Daha bu sabah dua yapıp ceplerimde sakladığım ellerim, bu kez göz alıcı sarılıktaki renge dokunarak koklaya koklaya "Rabb’im sunduğun zenginlik için sana teşekkür ediyorum" diyordu. Öyle boy veriyordu ki yüreğime dokunarak yerden göğe yükseliyor, enfes kokusunu incitmeden içime çekerken de sanki yeniden tazelenip güzelleşiyordu.
Baş başa, göz göze hoş sohbetle konuştuk. Anlattım son iki ayda yaşamış olduğum zorlukları, yorgunluklarımı. Hayalimde uçuşan küçücük kâğıtları elime verdi, ‘’Hârelerin diline sevimli birer gamze çiz, asla renkleri solmasın.’’
Ardı ardına gelen okunacak kadar ince ve şeffaf cilveli ayak seslerini de dinlemekteydim...
Sahi, siz çiçeklerle hiç konuştunuz mu? Öyle büyülü bir atmosfer ki hiç bir bedel dahi istemeden kalbe doğan güneş misali, sevgi timsali.
Çiçeklerin de dili var şüphesiz.
Kalın sağlıcakla...
Ümmühan YILDIZ