1
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
682
Okunma

İdeoloji mi kaldı dersiniz de, öteden beri ülkemizdeki temel problemlerden biri babında ideoloji yoğunluğu dikkat çeker. Muhtelif siyasal toplumsal kesimlerde farklı kavramlar etrafında bir tozu dumana katma, bir nevi tereciye tere satma, kraldan fazla kralcılık, vs. eğilimler insanları, sosyal ve politik kesimleri zorlamakta, yıpratmaktadır.
Daha önceki devirlerde, özellikle soğuk savaş döneminde dünyanın hemen tamamı böyledir de, günümüze geldikçe bu eğilim zayıflamakta, minimize olmaktadır. Bizde ise genç jenerasyon daha pragmatik görünse de, partiler ve toplumsal kesimlerde bir sertlik, biz temsil ediyoruz, bizde toplanalım, tarihsel adres biziz makamında çalan bir propaganda yoğunluğu, kesimleri vitrine koyan, inanç ve değerlerin bizatihi kendisini öne çıkartmayan, dolayısıyla zarar veren bir damar açmaktadır.
Din, vatan, millet, gelenek tarih şuuru, Osmanlı, Türklük, Atatürk, laiklik, vs. kavramlar bağlamında parti ya da ideolojik politik kesim üzerinden net, keskin çizgide adres göstermek bu kilit kavramları yıpratmakta, ötekileştirme ve ayrıştırma yönünde etki yapmaktadır.
Söz gelimi son dönemde ve günümüze geldikçe yoğunlaşma göstereni Atatürk kavramı üzerinden okunabilir. Neden böyle peki? İslami/muhafazakar hükumet modeli ve zaman zaman kullandığı üslup ve söylemler bağlamında da ele alabiliriz elbet. Bu ülkede gelişme adına ne varsa 2002’den bu yanadır denirken, devamında bizden önce ne vardı, ne yapıldı söylemleri havada uçuşmaktadır. Yüzyıldır ne yapıldı sorgulamaları ilginçtir Muhafazakarlığın referans aldığı Demokrat Parti ve Özal dönemini de bir biçimde kapsamaktadır. Ve dahi harpler döneminden çıkmış, yanmış yıkılmış erken cumhuriyeti de olumsuz almakta yer yer.
Modernizmin tüm problematiği sanki cumhuriyetin ilk dönemlerine aitmiş; on dokuzuncu asrın Osmanlı modernleşmesi etrafında, Tanzimat, Meşrutiyet süreçleri hiç yaşanmamış bir hava estirilmektedir. Daha da öteye yükselme devri sonrası duraklama, gerileme, çöküş süreçleri ile birlikte İslam dünyasının son asırlara dayalı klasik medeniyet çizgisinden uzak düşmesi değerlendirme bakımından gözlerden uzak kalmaktadır.
Diğer yandan da hükumetin yirmi yılı bulan iktidarıyla, (muhabbeti uzun tutmasıyla hani!) muhalefeti negatif bir psikolojiye sevk ettiğini söylemekte mümkün. Şimdi bu sözüm milletimizin reyine, tercihine muhalefet asla değil. Bilakis hükumetin çeşitli alanlarda nice hizmeti de inkârı kabil olmasa gerek. Ne ki, bu olumluluk dahi propaganda akışında sosyal psikolojide aradığı müspet karşılığı bulmamaktadır. Elbette karşıtlarının gözünde germektedir. Devamlı surette hizmet ediyoruz ya, daha ne istiyorsunuz Allah’tan tınısında söylemler tınlamaktadır gönüllerde. Ve pozitif gelişme çizgisini dahi yormakta, aşındırmaktadır. Bu muhalif psikolojiyi tanımlarken iktidarca bir ara kullanılan “metal yorgunluğu” tabiri de alaycı kaçmaktadır açıkçası.
Peki muhalif yapıların hiç mi yanılgısı, hatası bulunmuyor? Meşhur deyişle hırsızın hiç mi suçu yok? Kutuplaşmalar çift taraflıdır kuşkusuz. AKP hükumeti öncesi dönemlerin biriktirdiği, tek parti döneminden tutun da, darbe dönemlerine, 28 Şubat sürecine kadar tüm sorunlar, olumsuzluklar, zaaflar bu hükumet dönemine tortu bırakmaktadır hiç şüphesiz. Demem şu ki, hükumeti kuran kadrolar ve harcındaki toplumsallıkta oldukça gün görmüş, kaç köprünün altında yatmış tabir edilecek bir yapılanmadır. Yoksa gökten zembille inmiş, kerameti kendinden menkul katmanlardan söz etmiyoruz elbet.
Buna karşılık, halihazırda kof bir Atatürkçülük yapıldığı kanaatindeyim. Efendim! Büyük Atatürk hakkında o onu dedi, bu bunu söyledi nidaları işlevsiz olduğu gibi kimi vakit samimiyet arz etmemektedir. Terörün her türlüsüne açıkça cephe almaktan imtina eden, ulusalcılığı ulu bir salcılığa ya da Ulu Manitu edebiyatına indirgeyen yaklaşımlar Atatürk’ten hangi haberleri getirir ki? Yabancı ülkelerle ülkemiz arasındaki ihtilaflarda müstemleke aydını edasıyla şişirilmemiş sağlam bir yurtseverliğin hakim olması zarureti açıktır. Yoksa vecize Atatürkçülüğü acuze bir hal almanın ötesine geçmeyecektir.
Bir kere yabancıların söylediği sözler, Atatürk hakkında söyledikleri her zaman mesnetli görünmüyor bana. Yanlış anlaşılmasın, deseler bile.
Söz gelimi Atamız 10 Kasım 1938 sabahı vefat ettiğinde, bir üniversitemizde öğretim üyesi olarak görev yapan Alman profesörün o gün dersi bulunmaktadır. Ne ki, böyle bir günde ders verip vermemek noktasında yaşadığı tereddüt üzere rektöre çıkar ve kaygısını iletir. Rektörün, sizde büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa onu yapın demesi üzerine, aman efendim! Bizde bu derece büyük biri ölmedi ki diyecektir.
Şimdi burada sorun böyle bir diyaloğun yaşanıp yaşanmadığı noktasında değil. Yaşanmış olabilir de. Ne ki, şöyle bir soru işaretine açıktır. Bilindiği üzere 1933 Üniversite reformu sırasında ülkemiz tarafından kabul edilen Alman hocalar, Almanya’da Nazi rejiminin izlediği totaliter siyasetten mustarip bilim insanları olmakla beraber ekseri Yahudi asıllı olmaktadırlar. Kuşkusuz, ırki özellik bir olumsuzluk teşkil etmemekte. Ne ki, Alman hocanın bizde böyle büyük biri ölmedi ki demesi enteresan değil mi? Mesela Osmanlının son deminde ve birinci cihan harbinde ordumuzda görev ifa eden Alman subaylar ağırlıklı olarak hatta belki de tümden Germen Almandır denebilir.
Şimdi bana, yahu kimin ırki temeli nedir, kim nereden bilecek demeyin lütfen! Beynelmilel Siyonizm’in evrensel propagandasını dünyanın her yanında milyonlar yiyip yutabilir de. Maalesef Yahudi sermayesi efradının dünyayı yönetir ve sömürürken senin askerliğe, orduya, milliyet duygusuna cephe alman gerekiyor benim insanoğlum. Sen dünya vatandaşı, kozmopolit insan olacaksın, birileri de seni yönetip, sömürecek pek tabii ki.
Tam da bu minvalde, 1938’de, bizde bu çapta biri ölmedi ki diyen Alman hocanın, (ülkemiz gençlerine eğitim vermesi babında değeri tartışılmaz elbet, dolayısıyla ırkçı bir gayeyle hiç değil) Yahudi Alman olması kuvvetle muhtemeldir. Germen Alman’ın, Alman ruhu içerisinde böyle bir mukayeseye düşeceğine ihtimal vermiyorum açıkçası. Yahudi Alman ırkı bırakın, milliyet temelinde kendisini ne kadar Alman sayar ki? Anayasal vatandaşlık bağı duyacaktır en fazla ki, doğaldır da.
Yahut bir bakarsınız, Arjantinli meşhur devrimci Che’nin hayatını kaybettiği sırada sırt çantasından Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserinin çıktığı bahsi karşımızdadır. Farklı ülkelerin siyasal kişiliklerinin hele ki, devrimci bir çizgide ilerleyenlerinin Atatürk üzerinde de durması kadar tabii bir şey olamaz şüphesiz. Ne var ki, tam da öldüğü, öldürüldüğü günlerde mi ilgilenir insan? Bir hafta önce ya da sonra da hayata veda etse idi yine yanında Nutuk olmayacak mıydı? Sorusu da uyanabilir zihinlerde hani.
Öte yandan, öykünmeciliğin, eyyamcılığın sonu nedir bilir misiniz? Birisi de Atatürk’e beklediğimiz hürmeti göstermediğinde, ya da göstermediği zannı uyandığında başlarız homurdanmaya.
Vaktiyle Güney Afrikalı siyahi lider Nelson Mandela kendisine sunulan Atatürk Barış Ödülünü kabul etmedi de, günlük hayatta insanların bunu hayli yadırgadığına, hayıflandığına rastlamışımdır. Halbuki, Atatürk barış ödülü o kadar da eleştirdiğimiz, olumsuza aldığımız 12 Eylül rejimi tarafından konulmuş bir ödül olmaktadır. Öyle ki, öncesinde Kenan paşaya takdim edilmiş bir mükâfat olarak anılmaktadır. Netekim! Mandela’da militarizmin nişanesi olan bir ödülü kabul edemeyeceğini bildirir döneminde. Ve hatta bu olumsuzluğun büyük inkılapçı Kemal Atatürk’ün şahsiyetiyle alakası olmadığı hususu özellikle vurgulanır.
Buna mukabil bu reddin, ülkemizi Kürtlere baskı yapıldığı üzerinden de sorguladığı bilinmektedir. Ne var ki, PKK çevrelerinden kaynaklanan kötücül bir propagandanın Mandela çevresine sızma yaptığı noktasında da değerlendirmeler yer almaktadır. Nasıl ki, Avrupa’da Türkiye aleyhine propaganda imkânlarına sahipse terör örgütü ve onun arka planındaki güçler; Güney Afrika’da da siyahi çevrelere, burada siz siyahlar, Türkiye’de de biz Kürtler diyebilirler hani. Hapiste geçirdiği yıllarda ünlü liderin bu hususları sağlıklı biçimde süzme, süzebilme şansı acaba ne kadar vardır? İlerleyen yıllarda ödülü kabul edebileceğini bildirmesi, belki yeni bilgilenme olanaklarına bağlıdır. Hiç kuşkusuz o vakit, “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” denebilir de. Yine Nobel Barış Ödülünü kabul etmesi dahi sorgulanamaz mı? Emperyalist batının sömürgeci ve ırkçı yüzünü kamufle ettiği ölçüde, ödül kapsamlı politik unsurlardan olmadığı söylenebilir mi Nobel’in?
Şöyle ki, burada benim dile getirmek istediğim husus, duygusal davranmayıp detaycı olmanın gerekliliği noktasındadır. Hani derim ki, dış dünyanın bize ve değerlerimize yönelik övgü ya da yergilerine takılıp kalmak, met cezir manzaraları yaşamak bizi sıklıkla yanıltabilir de. “Hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır” misali, lehimize zannettiğimiz hususlar aleyhimize işlerken, negatife aldığımız boyutlarda da anlaşılabilir bir nokta olabilir.
-SON-
-LT-