“Kullanmak isterseniz, Kızılay’a servisimiz var” diyor bankodaki kız. Ödediğim tomografi parasıyla İstanbul’a uçak bileti alabileceğim halde, servisten lütufmuş gibi bahsetmesine sinirleniyorum. Yapmacık gülümsemesine ayniyle karşılık vererek soruyorum; “Aaa öyle mi, ne güzel! Kaçta hareket edecek?” “Yarım saat sonra “ “Yuh!” diyorum içimden. “Yarım saat, dağ başındaki bu semtte beklemek!” Ama, belediye otobüsüyle bir saatten önce gidemeyeceğimi, kalabalığın da cabası olduğunu düşününce servis fikri daha mantıklı geliyor. Hastane kafeteryalarından nefret ederim. Çaya benzemeyen çayını ya da kahveye benzemeyen kahvesini içerken, kederli yüzleriyle bir şeyler yemeye çalışan insanları hasbelkader seyretmek kasvetli gelir. Ne zaman hastaneye girmem gerekse, mümkün olan en kısa zamanda çıkmak için azami çaba sarfederim. Yine öyle yapıp atıyorum kendimi kapının önüne. Kısacık da olsa oturup gerçek kahve içebileceğim bir yer görebilmek umuduyla sağa sola bakınıyorum. Bu gözden uzak semtin bu kadar kalabalık olabileceğini hiç düşünmemiştim. Adeta insan seli akıyor caddeden. Hastaneye girerken gördüğüm ama dikkatle bakmadığım, tam da karşıya, yeni kondurulduğu her halinden belli olan saat kulesine takılıyor gözüm. Ankara’nın muhtelif yerlerinde görmeye alıştığımız, ancak estetikten yoksunluklarına bir türlü alışamadığımız acayip saat kulelerinden biri. İlçe belediye başkanları, bir dinozor koyamasalar da mimarî zevksizlik konusunda büyük şehir ile yarışıyor. Beni asıl şaşırtan; saatin altına, koca koca harflerle yazılmış yazı oluyor; “Vakit daralıyor” İnsanların, hastane kapısından çıkar çıkmaz görmek isteyecekleri en son cümle bu olsa gerek! İstemsizce ve biraz da seslice bir “tövbe tövbeee!” dökülüyor dudaklarımdan... Gözle görülür mesafede oturmaya uygun bir yer olmadığını fark edince, zevksizlik abidesi saat kulesinin altındaki üç beş bank ve biraz ottan ibaret, sözüm ona yeşil alana gidip oturmaya karar veriyorum. Hem açık hava hem servisi gözden kaçırmamış olurum. Karşıya geçip oturuyorum banklardan birine. Bakmamaya çalıştıkça, inadına ruh sıkıcı yazıya kayıyor gözlerim. Direnmeyi bırakıp özenle kondurulmuş her harfini seyretmeye başlıyorum. Son zamanlarda sık sık olduğu gibi, Elif saplanıveriyor aklıma. Ve yine bıçak yarası gibi bir sancı; kalbime. Fark etmiş olmalıydı ki vaktin daraldığını, o son gece oğluna “eğer ben uyanmazsam, dedeni ara” diye tembihlemişti. Altı yaşındaki çocuğun omuzuna “dedeyi aramak” görevini yükleyip uyanmayıvermişti sabah. Vaktin daraldığını ise kimseye söylememiş, sessiz sedasız, bir başına beklemişti sonu. Gece karası, ışıl ışıl gözleriyle canım Dilşen dikiliveriyor sonra karşıma... “Benim iki çiçeğim var, ben gidersem onlar solar” diyor... Dilşen de biliyor vaktinin daraldığını, ben de... Ya o, yol kenarına savrulmuş arabasında, cennetten düşmüş bir meleği anımsatan güzel başını, koltuğuna tıpkı uyur gibi yaslamış gördüğüm yabancı? O biliyor muydu vaktin daraldığını? Kimleri görmeyi, kimlere kavuşmayı umarak çıkmıştı yola? Virajı dönerken ne düşünüyordu? “Son viraj” olduğu gelir miydi hiç aklına? “Cık cık cık” sesiyle bölünüyor her şey. Sağıma döndüğümde, başını kaldırmış yazıya bakan yaşlı adamı görüyorum. Belli ki o da buraların ve dolayısıyla da yazının yabancısı. Hatta büyük ihtimalle benim gibi karşıki hastanenin “müşterisi”! Yan tarafımdaki banka yavaşça oturuyor, cebinden sigarasını çakmağını çıkarıyor. Yakabilmek için birkaç kez çakması gerekiyor çakmağı. Sigarasının ilk nefesini derin derin çekerken, tıpkı az önce benim yaptığım gibi gözlerini yazıya dikiyor. O; yazıyı seyrediyor, ben; onu... Yaşını tahmin etmeye çalışıyorum... 70?.. 75? İnsanın saçları kaç yaşında bu kadar bembeyaz olur, göz kapakları nasıl bu kadar düşer gözlerin üzerine, nasıl bu kadar çok çizgi dolar yüzüne?.. O da benim gibi kayıplarını mı hatırlıyor acaba? Zamanın, acımasızca döke saça geçip gittiğini mi düşünüyor? Kalan vaktinin ne kadar daraldığını mı hesap etmeye çalışıyor? “Artık çok geç” diye düşünüp hiç istemediği halde düştüğü yollardan dönmediğine, “kader” deyip sineye çektiklerini değiştirmeye çalışmadığına, “elbet bir gün yaparım” deyip yapmak istediklerine hiç fırsat vermediğine, ertelediklerine mi pişmanlık duyuyor? Servisin gelmek üzere olduğunu hatırlıyorum... Ayağa kalktığımda, yaşlı adam başını çevirip bana bakıyor. Bir yolculukta birlikte vakit geçiren, kısacık da olsa kader birliği yaşamış insanların aşinalığı ile gülümsüyorum. Onun da dudaklarını ufacık bir tebessüm yalayıp geçiyor. Caddeden karşıya geçerken, tıka basa dolu çantamdan, telefonumu zar zor bulup en yakın arkadaşımı arıyorum; “Bir yerlere gidelim hemen!” “O da nerden çıktı şimdi?” “Hiç” Diyorum, “Sadece, vakit daralıyor!” |