2
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
849
Okunma

Sıcaklığını duymadığımız, o ölçüde de mesafeli baktığımız konularda olumsuz örnekler daha cazip gelir duygularımıza. Değer yargılarımıza öylesi uyduğu için zihin işleyişimizde ona göre biçimlenir. Oysa olumluluk duyduğumuz konularda aynısının başkalarınca sunulmasını hoş karşılamayız pek. İnsanların önyargılarından, adil davranmadığından yakınırız vesselam. Psikoloji ilmi etrafında olumluluk ve olumsuzluk eğilimi olarak tanımlanan mekanizmalar lehimize ya da aleyhimize işler durur. Bir de bakarsınız elmayla armut misali bir sahanın olumlusu ile bir başka alanın olumsuzunu kol kola vermişiz sarmaş dolaş gidiyorlar.
Söz gelimi milliyetçilik kavramı etrafındaki değerlendirmelere, geliştirilen söylemlere bakıyorum, tam da bu kapsamda toz duman birbirine karışır durur.
Çoklukla milliyetçilikle ırkçılık arasındadır kavramlaştırma çarpıklığı. Ve dahi karşıt milliyetçilikler bizi rahatsız ederken, kendimize dönük olanı sorun teşkil etmeyebilir. Önümüzü açmak yolunda diğerini bloke etme, ötekileştirme gırla gider.
Kuşkusuz siyasi, tarihi farklı dönemlerin kendi koşullarını barındıran türlü tezahürleri vardır. Her alanda olduğu gibi etki tepki, ifrat tefrit örnekleri karşımızdadır. Bir aşırılık bir başkasını doğurur ya da tetikler.
Tüm bir yeryüzünde faşizm, ırkçılık, yabancı düşmanlığı hallerinin siyasi, ekonomik nedenler dairesinde kendini gösterdiği durumlar müspet milliyetçilik örneklerini sabote eder yahut ötelerse insan bilincinde yine negatif yükleme yapmak suretiyle fanatizmi çağırabilir de. Günlük hayatta bunun örneklerini görmüyor muyuz? Irkçıyım ya da faşistim kardeşim var mı ötesi şeklinde homurtular duyarsınız. İnadına milliyetçiyim, ırkçıyım demeler. Oysa inadına olandan hayır gelmez hiçbir vakit. Kaldı ki, inada binmese milliyetçi olmayacak mısın, vatanını, bayrağını sevmeyecek misin gibi bir garip çelişki de doğmaz mı?
Diğer yandan bir hoca, din adamı konuşuyor. Efendim! Huzur-u ilahide bana Türklük, Kürtlük mü soracaklar diyip çıkıyor işin içinden. Bunlar Hz. Peygamberin hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya vurgusuyla söylediği sözü yalnızca bireysel çalışma, rızkını temin noktasında anlıyorlar muhtemelen. Oysa dünyaya ait olan bireysel, toplumsal, siyasal türlü haller, durumlar da vardır. Dünyevileşmeden bunların önemine varmalıyız açıkçası. Dil, kültür, gelenek, tarih, uluslararası münasebetler, devletler arası menfaat çatışmaları, kahramanlık şiirleri, bilimsel teknolojik gelişim gibi nice alan milliyetçi bir bilinçlenmenin sahası değil midir nihai noktada?
Dedik ya, ırkçılık farklı. İnsanı insan olarak öne almayan bir anlayıştır o. Biyolojik temelde bir üstünlük iddiası karşılar bizi. Elde olmayan, yaradılışa bağlı olan üzerinden hak gözetir kendinde. İşin ilginç yanı hiçbir emeğe dayanmaksızın sahip olunanın nasıl bir üstünlük vesilesi olduğu sorusu ırkçı yaklaşımların gözünde tam da bu yüzden tanrısal bir hediye, tanınan hak algılanır. Demem şu ki, aynı faktör zıt iki anlayışın ikisini birden doğrular görünmekte. Halbuki evreni, yaşamı, insanı var edenin şefkat, merhamet ve dahi adalet anlayışıyla nasıl bağdaşır ki, böyle bir üstünlüğe mazhar olmak. Beraberinde böyle bir tanrı inancının kendi benliğini ve kültüründe tanımlananı yücelten, bir kâinat mistiğiyle hiçbir alakası olmayan yüzü dikkat çekmiyor mu? Tersinden okunduğunda ise üstün bir ırka mensup olmayanın kabahati ne ola ki? Bu bakış açısının farklı kültürlerdeki versiyonları tanrının seçtiği milletin diğer milletlere bir şekilde efendi olmasının tabii, devredilmez bir imtiyaz olduğu yargısını, ön yargısını pompalamıyor mu?
Şu kadar ki, kimi zaman öne sürüldüğünün aksine “Ne mutlu Türküm diyene” sözü böylesi bir ırkçı söylem değildir. Dikkat ederseniz Atatürk’ün bu meşhur sözü Türk olana demiyor. İkincisi ırkçılık sayılabilirdi. Ne ki, ilki anayasal, siyasal, kültürel, toplumsal bir vurgu teşkil etmektedir. Nitekim aynı Gazi Paşamız “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” de demiyor mu? Bu bağlamda aldığımızda Ne Mutlu Türküm diyene veciz sözünü Türk olunmaz doğulur söylemleriyle karıştırmamak gerekir. İkincisinin doğal, devredilmez bir vurgu taşıdığı o kadar açık ki.
Kuşkusuz insanın bireysel varlığına dayalı bir gönül sesi bağlamında farklı tasavvurları olumsuzladığım da zannedilmesin. Ancak devlet felsefesi farklı bir alandır. Devlet ile toplumun, milletin, halk kesimlerinin koordineli biçimde organize edilmesi elbette Türk oğlu Türküm, kolumu kessen Türk kanı akar tarzı söylemlere dayanmaz, dayandırılmamalı da. İşte Atatürk terminolojisinde de hadise bu minvalde, böylesi bir nüans etrafında cereyan etmekte. Örneğin “Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir” sözündeki mana ile devlet anlayışı inşa edilmesini ayırmak, ayırt etmek gerekir kanımca. Bu elbette insanların zihninde aynı biçimde uyanmayacak ve sorgulanmaya açık bir alan teşkil edecektir.
Şöyle ki, aynı insanın, hele bu insan bir devlet kurucusu ise, gönlüyle zihninin birbirinden bağımsız iki kapalı devre yapı olması mümkün mü? Kaldı ki, Türk kavramının felsefi, tarihi, antropolojik dayanakları dairesinde cihan tarihinde nasıl bir dominant karaktere haiz olduğu o kadar açık ki. Dolayısıyla Atatürk’ün dilinde de bu hususun tezahürünü kişisel bir söyleyiş o şeklinde kestirip atmak hiçte gerçekçi olmasa gerek.
Ne ki, benim burada vurguladığım husus; anayasal Türk vatandaşlığı, Türkçe, Türk milleti, Türk bayrağı misali kavramlarla biyolojik ırk unsuru etrafında geliştirilen ideolojik çıkarımların birebir örtüşmediği, örtüşmek zorunda olmadığı noktasındadır.
-DEVAM EDECEK-
L.T.