5
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
943
Okunma

Fizik bağlamda elbette hayır. Kimya düzleminde şüphesiz evet. Açıkçası maalesef yaşatmadılar, koymadılar ki yaşasın ya da yok ediyorlar adım adımcı olmadım hiçbir zaman. Buna karşın “Atatürk ölmedi kalbimizde yaşıyor” söylemi salt bir şarkı sözü, kuşkusuz değil. Ne ki bu, madalyonun duygusal yüzü. Akılcı temelde, tarih felsefesi kapsamında alırsak; yeryüzünde hiçbir hususun, olayın, kişiliğin tümden yok olup gitmediğini, olgusal temelde var oluş kazandığını söylemek yanıltıcı olmayacaktır sanırım. İsterseniz bunu doğa bilimin temel taşlarından biriyle maddenin ve enerjinin korunumu kanunuyla açıklayabilirsiniz de.
Suya atılan bir taşın yankısının sürgit devam etmesi misali. Belli bir noktadan sonra çıplak gözle müşahede edemesek dahi. Yoksa buz kalıbı yahut donmuş bir harç kütlesi misali belirli bir anda, zaman diliminde topak yapıp kalmayacaktır. Kaldı ki bir devridaim vardır doğada. Buz erir suya dönüşür, su kaynar buhar olur, buhar yoğunlaşır su halini alır, su donar buz olur tekrardan. Hiç şüphesiz farklı platformlarda varlığını sürdürür. An, dem, zaman, zemin farklılaşır. Yeni kimi oluşumlarla harmanlanır, tez antitez sentez boyutunda diyalektik süreçler birbirini izler. Etki tepki süreçlerinde meydana gelen sertlikler kendi içinde yontulur, törpülenir, yumuşar.
Tarih okunur, benzeşimler çıkarılırsa dersler de alınır. Kutuplaşma değil de çatışarak uzlaşmanın hazzına ve anlamına varılır. Yapıcı eleştiri, öz eleştiri safhalarında olgunlaşır, kemale erilir. Eleştirinin rotası, perspektifi bireyin kendisinden başlayarak dışa açılan halkalarla çevreye, topluma, dünyaya doğru açılım yaparsa fayda sağlanır, istifade edilir, sağlıklı değişim ve dönüşümler sağlanabilir. Bu gelişme çizgisinin müspet neticelerinin asırlar alması da şaşılası olmayacaktır elbet.
Halbuki günlük hayattan, siyaset dünyasından, sosyal medyadan aldığım izlenim münferit yahut lokal haller dışında söz ettiğim olumluluğu duyurmuyor bana. Dünya görüşüne göre tarihi süreçlere odaklanan; partilerin, izmlerin sunduğu, çerçeveyi daraltan kalıpların dışına pekte çıkmayan algı yanılması üzerine kurulu aktüel dar görüşlülük, kısır çekişmeler, vs. Tarihselliği belirli bir zaman dilimine hapseden propaganda konuşmaları, mesajları, dayatmaları hiçte eksilmiyor.
Mesela mevcut hükûmetimiz, kendi yönetimsel dönemini baz alarak bir nevi milattan önce sonra netliğinde tarihsel gelişimi sınırlandırmakta. Bunu yaparken de bir eski Türkiye, yeni Türkiye jargonuyla kitle psikolojisini farklı hatta zıt istikametlerde kilitlemiyor mu acaba? Hiç kuşkusuz tek taraflı işleyen bir mekanizmadan söz etmiyorum. Farklı, karşıt sosyopolitik yapılardan, evrelerden, evveliyattan beslenen ve gidişatı besleyen, biçimlendiren bir kısır döngünün içerisinde yuvarlana duruyoruz.
Demem şu ki, yeni bir gelişme değil bu. 2002 öncesinde de aynı bakış açısı çok partili, tek partili dönem karşıtlığında yine karşımızdadır. Bazen seksen öncesi sonrası, daha eskilerde ellilerden önce sonra, kimi zaman ise darbe dönemleri orijinli yaklaşımlar kendini göstermektedir. Hatta yüzyıl öncesine inersek, erken cumhuriyet dönemiyle başak veren bir Osmanlı Cumhuriyet zıddiyetinin travmatik sonuçlar doğurduğu görülmektedir. Şu kadar ki, bunlarla sınırlı olduğu dahi söylenemez. Hükûmet çevreleri ve tabanında devamlı surette son yüzyıl kalıp başlığıyla yankılansa dahi bilinçli Osmanlıcıların, İslamcıların, Muhafazakârların da çok iyi bildiği üzere iki yüzyılı aşkın bir batılılaşma tarihimiz var bizim. Tanzimat fermanı ve ondan da keskin bir Meşrutiyet inkılabı ve doğurduğu sonuçlar. Öyle böyle değil, 1908 2’inci Meşrutiyet inkılabı tetiklediği süreçle beraber muazzam bir olaydır gerçekte. Cumhuriyet döneminin her safhasını kapsamına alan müthiş bir enerjiyi açığa çıkarır. Şimdi bu durumda yakın zamanlarımızı 1908 öncesi ve sonrası diye okusak mübalağa mı ederiz acaba? Kemalizm’in harcında da Jön Türkler ve İttihat ve Terakki evreleri o kadar belirgindir ki.
Buna karşın farklar da yok değil muhakkak ki. Söz gelimi İttihat ve Terakki hakimiyetinde İslamcı ideoloji de bir biçimde yer bulmakta kendine. 1914’de meşhur dörtlü troykaya bakarsak bir Said Halim Paşa vardır orada. Ülkemizde İslamcı ideolojinin ürettiği önemli bir siyasal düşünür olmaktadır paşa. İşte Cumhuriyet döneminin kurumsal, yönetimsel yapılanmasının böyle bir kişiliğe sahip olmaması dahi tarihsel devler, siyaset, toplum ilişkisinde dengeyi umulmadık derecede bozmaktadır. Erken cumhuriyetin devlet, yönetim ve hakim kültürel katmanlarında bir Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Necip Fazıl tarzı kişiliklerden yoksun kaldığını, bırakıldığını söylemek bilmem ki abartı mıdır?
Burada şöyle bir itirazda mümkündür hani. İstiklal harbini müteakip 1923’de kurulan 2’inci mecliste de oldukça geniş spektrumlu bir mebus kadrosu bulunmaktadır. Şimdi burada tek tek saymayacağım ancak dönemin milletvekili listesi gözden geçirilmek suretiyle anlamına varılabilecek pek çok değerli isim ki, dünya görüşleri arasında belirgin farklar olduğunu bildiğimiz ve kuşkusuz tümü Osmanlı döneminde yetişmiş kadrolar karşımızdadır.
Öyle ki, nerede birinci meclisin çata çat tartışan, sorgulayan yapılanması nerede sekreterya olmanın ötesine geçmeyen kız gibi ikinci meclis diyenler fevkalade haksızlık etmekte bana göre. Her şeyden önce birinci meclis ile ikinci meclisin dönemleri derinlemesine farklılık arz eder. Birinci meclis bir harp meclisi olup düşman devletlere karşı bağımsızlık savaşı verilmekte, bunun dışında siyasi görüş ayrılıkları öne çıkmamaktadır. Hedefi işgal güçleri olan Türkçü, İslamcı, batıcı fikirlere sahip olması öne çıkmayan, sivriltilmeyen vatan evlatları karşımızdadır. Oysa ikinci meclis kurulurken askeri harp artık son bulmuş, siyasi, iktisadi, kültürel mücadele başlamaktadır. Dolayısıyla dünya görüşü farkları asıl şimdi kendini gösterecektir. On bir yıllık harpler döneminin yaralarını sarmak ve modern bir ülke kurmak zarureti asıl şimdi kapıdadır. Ne var ki istikametler, görüşler, metot algısı çok kez oldukça farklı tasavvurlara dayanmaktadır doğallıkla.
Yine günümüze doğru geldikçe yükselen bir eleştiriye de iştirak ettiğimi söyleyemem. Açık ya da örtük olarak Atatürk döneminde demokrasi mi vardı, neden yoktu peki diye sorarız da, cevabı almak beklentimiz neredeyse yoktur, buna hayret etmeyiz de. İsteriz ki, sorumuz cevaba sayılsın. Efendim bende şöyle sorarım müsaadenizle: Cumhuriyetin kuruluş evresinin öncesinde bir demokrasi tarihimiz var da benim mi haberim yok? Bu sualimi hoşgörüye, toleransa dayalı bir geleneksel kültür teşekkülüyle karıştırmazsanız eğer, açıktır ki bir monarşi tarihinden geliyoruz. Şüphesiz dünyadaki niceleri gibi. Hani derim ki, cumhuriyeti kuran ve devamı gelişmeleri tesis eden kadrolar ve beraberinde muhalif asker ve siyasilerimiz, hemen tamamı içinde yetiştiği padişahlık sistemi ve son deminde şekillenen İttihat ve Terakki evresinin yetiştirdiği beyin takımı olup demokrasi yapacak, yapabilecek tarihsel birikim ve tecrübeye sahip değildir henüz.
Bu sözlerim elbette Takrir-i Sükûn ve hele ki İstiklal Mahkemesi evresine kalıp biçimde sahip çıktığım anlamına hiç gelmez. Bilakis üstte söz ettiğim ikinci meclis en azından başta hiçte kız gibi tasarlanmadı dediğim husus, İstiklal Mahkemesi uygulamaları ve infazlarını müteakip tesis edilmiş bulunmaktadır. Bu anlamda üçüncü, dördüncü ve devamı meclisleri daha mesafeli karşıladığımı söylemeliyim. Şunu söyleyebilirim burada da, demokrasi yapacak tarihsel birikim ve deneyime sahip değildik dedim ya, bunun doğurduğu sancılı süreçlerden geçtik o ve sonraki evrelerde biz.
Şu kadar ki, yanılgılarımızın iç ve dış dayanaklarından, bir gerçekliğinden elbette söz edebiliriz. Ne ki, aynı coşku ve kararlılıkta insana rağmen duruş geliştirmemeliyiz. Kimliği, düşüncesi, etnik, dini yapısı ne olursa olsun o insanın. Hakkaniyetli hüküm vermeye sıra geldiğinde, hele hele insan yaşamı, dahası fikir hürriyetinin imkân ve hudutları mevzu bahis olduğunda tavır almakta bir an bile tereddüt etmemeliyiz.
-DEVAM EDECEK-
LT