7
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
798
Okunma

Doğu Anadolu’nun sınırdaki şehirlerinden birinin 50-60 km uzağındaki sınır kasabasına tayininin çıktığının duyunca çok şaşırmıştı. Oysa eş tayini yaptırabilmek için yazın evlenecekken ocak sonunda alelacele evlenmişler, tayin evraklarına evlilik kaydını sokmak için acele etmişlerdi.
Evraklarını takip etmek için Ankara’ya gittiklerinde bu sonucu öğrenince donakaldı.
Acaba, diyordu içinden, eş tayin evraklarını yetiştirmeseydik, sınırın öbür tarafına mı göndereceklerdi beni(!)
Tayininin çıktığı kasabada yıllar önce büyük bir depremde tek katlı toprak evleri yıkılmış, birçok can gitmiş, tek geçim kaynakları olan hayvanların hemen hepsi telef olmuş, devlet de yıkılan sayısı kadar ev yaptırıp kasaba halkına teslim etmişti. Bu sırada rotasyonla gelecek devlet görevlilerini kimse düşünmemişti.
Annesiyle minibüsten indiklerinde, meydandaki kahvede oturan erkeklerin oyunlarını bırakıp kendilerini seyrettiklerini fark ettiler. Sokakta kadınların gezinmediği bir yerde minibüsten inen iki kadın, valizleri, giyimleri… kahvede oturanları hayrete düşürmüştü.
Caddede karşılıklı birkaç işyerinden oluşan ‘çarşı’daki dükkanlardan birine giren kadınlar, ellerindeki adresi sordular. Esnaf, şaşkın bir ifadeyle onlara bakarken çırağını kahveye gönderip birini çağırttı. Bilmedikleri dilde konuştuklarından anne – kız hiçbir şey anlamıyorlardı. Biraz sonra içeri giren erkek, çağırıldığına sinirlenmiş gibi bir ifadeyle esnafa doğru giderken kadınlara sert bir ifadeyle baktı.
Takım elbisesinin üzerinde omuzlarında taşıdığı siyah yün paltosu, kollarının hareketiyle kabarmış bir görüntü sergiliyor, yakasının iki tarafından inen beyaz kaşkol ona mafya görüntüsü veriyordu. Misafirlere farklı gelen bu görüntüsünden çok hoşnut olduğu bir sağına soluna dönerken savrulan kaşkolüne sık sık bakmasından belli oluyordu. Hem ‘dükkancı’yı dinliyor hem de bir taraftan da sinirli bir tavırla hızlı hızlı kısa, süslü bir tespihi çekiyordu.
Kadınlar, erkeklerin aralarındaki konuşmadan bu gelenin gidecekleri evdekilerle akraba olduklarını anlamışlardı.
Sonradan tır şoförü olduğunu, ve yan yana bir yıl yaşayacaklarını öğrenecekleri erkek, tek kelime konuşmadan ‘arkamdan gelin’ anlamında bir el işareti yaparak kasabanın dışına doğru, önden önden ve onlarla hiç konuşmadan yürümeye başladı. Kadınlar da valizlerini ve çantalarını yüklenerek yeni sürülmüş bir tarlanın inişli çıkışlı zeminine dikkat etmeye çalışarak adamın peşi sıra ona yetişmeye çalışıyorlardı.
Bu sırada duydukları ayak seslerinden arkalarından birkaç kişinin geldiğini anladılar. Arada bir, birkaç çocuk koşarak azıcık önlerine geçiyor, uzun uzun onları süzüyor, utanmış gibi elleriyle ağızlarını kapayarak ve başlarını omuzlarının arasına gömerek gülüp hızla arkaya kaçıyorlardı. Git gide bunu yapanların sayısı ile arkadan gelen kalabalığın arttığı ayak sesinin çoğalmasından anlaşılıyordu.
Artık evler tenhalaşmış, tek tük birkaç evi geçtikten sonra ilerde yan yana sıralanmış iki – üç ev görmüşlerdi. Erkek, evlerden birine yöneldi, kadınların anlamadığı dilden içerdekilere seslendi. Dışarı çıkan ama adamın yüzüne bakmadan konuşan kadınlar, duyduklarına inanamamış gibi gelenlere bakıyordu.
İçlerinden biri daha erken toparlanarak kadınlara el işareti ile “buyrun” dedi, sonra dönüp kalabalığa tavuk kışalar gibi hareketler yapıp yüksek sesle bir şeyler söyledi. Yerde taş varmış da ‘bir alırsam kafanızı atarım’ korkutmasıyla boş elini onlara karşı savuruyordu. Ön saflar geriledi ama kimse gitmedi!..
İçeri giren kadınlar, loş ve ağır kokulu büyük bir odaya alındılar. Yerlerde minderlerin ve arkalarında yastıkların bulunduğu bu odada başka hiçbir eşya yoktu. Misafir kadınlar bir köşeye yan yana oturdular.
O sırada dışardaki kadınlar şaşkın ve sinirli bir sesle birbirlerini dinlemeden panik içinden bağıra bağıra konuşuyorlardı. Biraz sonra içerisi ana baba günü oldu. Lehçek dedikleri örtüleri burunlarının üstünden başlarına dolanıyor, konuşurken ağız çevresindeki lehçeğin titreşiyordu. Kısa sürede her yaşta bir sürü kadın odayı doldurdu.
Aralarında fısıldaşarak konuşuyor, arada bir gelen kadınlara merakla, inanamayarak bazıları da imrenerek bakıyorlardı.
İçlerinden biri biraz sonra aksanlı bir Türkçeyle “hoş geldiniz” dedi, ve evin büyük halası olduğunu söyledi. Süreç içine onun sülalenin kadın reislerinden olduğunu öğreneceklerdi. Az sonra diğerleri de misafir kadınlarla çat pat konuşmaya başladılar.
O sırada evin erkeği Necip Bey gelmiş. Çocuk felcine yenil düşmüş ayağıyla zor yürüyen, bir devlet kadrosunda gece bekçisi de olsa sosyal farklılığı yakalamış, yapmacıksız nazik biriydi. Misafir kadınların gelmesini bekliyormuş gibi onlara büyük bir saygıyla ve çok içten davranmıştı. Konuyu evde yalnız o bildiği için anlatmaya başladı. Ev halkı ve ‘hoş geldine gelen’ler bunları ilk kez duyuyor ve şaşkın bir sessizlikle dinliyorlardı.
Ortaya çıkan gerçek şuydu: Yıllar önce yaşanan depremde abileri oranın en zenginlerinden, sazı sözü dinlenen, mallı mülklü biriyken tüm hayvanları telef olmuş, binaları yıkılmış, çok zor durumda kalmıştı. Devletin onlara tanıdığı olanaktan yararlanarak ailesiyle Marmara’ya göç etmişler, misafir kadınların apartmanındaki bir boş daireye yerleştirilmişlerdi. Aileye afet durumundakilere verilen bir maaş bağlanmış, evin kira giderlerini de devlet üstlenmişti. Buna rağmen dokuz çocuklu ailenin geçinmesi mümkün görünmüyordu.
Ailecek yeni komşuları depremzede aileye hoş geldine gittiklerinde babaları, onlara nasıl yardımcı olabileceğini sormuş, Halim Beyle eşi Hanım da yeni ortama uyum sağlayamamış bir şaşkınlıkla teşekkür ederken beden dilleri, bize yardım edin, diyordu.
Halim Bey sadece hayvancılıkla uğraştığını, başka bir iş bilmediğini, olsa olsa kasaplık yapabileceğini söyledi. Birkaç gün sonra yakın bir kasapta işe başlamıştı bile. Küçük çocuklar çevredeki okullara yazdırılmış, babaları okul giderlerini üstlenirken liseye giden evin kızı onların okul hazırlıklarını üstlenmişti. Afetzede aile sessiz ve asil bir duruşla onlara teşekkür ediyor gibiydiler.
Uzun süre misafirhanelerde kalan ailenin bütün çocukları bitlenmişti. Evin kızı gazla çocukların saçlarını tarayarak, çitileştiği için açamadığı yerleri keserek, uzunca süren bir çabadan sonra bitlerle olan savaşını kazanmıştı. Memleketlerinde çevrelerine göre çok iyi konumda olan bu aile de yavaş yavaş kendi yaşam standartlarına dönüyordu.
Aradan geçen yıllarda çocukların bazıları okumuş, bazıları meslek sahibi olmuş, devlet desteğiyle aldıkları evlerine bile çıkmışlar ama kendilerine ilk sahip çıkan komşularını hiç unutmamışlar, baba evi gibi yıllarca her bayram, ilk ziyarete maaile olarak hep oradan başlamışlardı.
Yıllar sonra evin kızı öğretmen olduğunda ilk tayini işte bu ailenin memleketine çıkmış, bunu duyan Halim Bey ve eşi Hanım, kadınların evlerine kadar gelerek onlara bu adresi vermiş, ve onları erkek kardeşlerinin evlerine göndermişlerdi. Geçen yıllar içinde babalarını kaybettiklerinden anne – kız gideceklerini bildiği içini misafirler oraya varmadan da telefon etmiş, bu yaşananları kısaca anlatarak gelecek öğretmene ve annesine sahip çıkmalarını istemişlerdi.
Sessizce konuşmaları dinleyen kadınların ifadeleri git gide değişmeye misafir kadınlara çekingen ve saygılı tavırla ikramlar sunmaya başlamışlardı.
Evlerinin bir odasında bir yıl kaldıkları bu aile ile zaman içinde çok şey paylaşmışlar, herkes bildiği dili karşısındakine öğretirken ortak ve farklı bir dil ortaya çıkmış, sağlık raporuyla memleketine dönerken arkasında yirmi bir ‘adaş’ bırakmıştı.
Gelecek, gerçekten sürprizlere gebe! Bilgisayarla tayin yapılan bir dönemde bunu isteseniz ayarlayamazsınız, ama gerçekleşmişti işte.
Hayat bir bumerang!.. Sizden çıkan her enerji size geri dönüyor… er ya da geç!..
01.12.2019 Serap IRKÖRÜCÜ