9
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1196
Okunma

Bazen kitapların insanların görüşünü daralttığını düşünüyorum. Hayatın içinden geçemez bir hale gelebiliyor kişi okudukça. Hiç Küba purosu içmeyen birinin o puronun nasıl imal edildiğini anlatan bir metinden öğrenmesi ya da okuduğu kitabın kahramanının o Küba purosunu efkârla içtiğini tasvir eden satırları okuması neyi değiştirecek. O, hiç o puroyu içmedi ki. Hayatın ömrümüze pelesenk olmuş ayrıntılardan fazlası etmediğini gördükçe sanata kaçışın yollarını arıyorum. Oysa kimi anlarda hayatın kendisinden de saklandığımı fark ediyorum.
Dostoyevski, sayfalarca bir odayı tasvir ederken görmüş kadar oluyoruz değil mi? Arkadaşım bu tasvirleri çok sıkıcı buluyormuş. Neyse, bu ayrı konu. Benim demek istediğim o odayı sayfalarca okusak bile asla o oda da olamayacağız. Belki bu yüzden herkesin kendi Raskolnikov’u vardır. Hatta onun gördüğü rüyayı herkes kendi korkularından yorumluyordur. Bu bile hayatın içinde olmanın hayatı izlemekten daha değerli olduğunu gösteriyor. Bu anlarda elimdeki kitabı zincirlerimmiş gibi görüyorum. ‘’Git, bir kafede oturup masalardaki sesleri dinle’’ dedi bana. Belki de sesleri dinlerken aralarındaki roman kahramanları ile tanışacaktım. Ama yine de oturup yazmayı seçtim. Bu bir tercih mi? Bu tercihe zorlanmak mı? İşte size bazı betimler ve hakkımda bilgiler vermiş olsa idim buna verecek bir cevabınız olurdu. Yine de şu anda oturup bunları yazmayı bir kafede oturup hayatın içinde olmaya tercih etmemin sebebini kendi yaşantınıza göre yorumlayacaktınız. Kaç kişi bir beygirin sırf zevk için öldürüldüğüne tanık oldu ki? Raskolnikov’un rüyası yazarın duygularından başka bir şey değil aslında. Kendi duygularımızı yaratmamız için bazen acı, bazen hüzün, bazen travma nasibimize düşecek ki bunu ifade edecek şeylerimiz olsun. Bir balta ile kendi başımı eziyormuşum ve kendi kendimin Raskonikov’u olmuşum gibi hissediyorum ben her seferinde. Bir hırsız gibi kendi duygularımdan çalıp o hisleri hiç tatmamış olanlara dağıtmak için kendi kanımı akıtmayı göze almış gibi yazdıkça yazıyorum. Meyhane köşesindeki, insanlardan kaçan Raskolnikov olan bir başka benliğim belki de bir Marmeledov ile karşılaşmak veya tanışmak istemeyen taraflarım hayatın içine karışmaktan vazgeçmiştir belki de…
Bazılarımızın hayata küçük harflerle yazılmış olması düşüncelerinin de sığ olmasına neden oluyor. Bu yaratıcının bir kusuru olabilir mi? Yoksa yaratılış nedenimiz kısmen veya bilhassa kusurlar olabilir mi? Bazı kokuların renkleri olmasa resimlerin çizilemez olacağını varsayıyorum. İnsanlar hisleri ile kokuları renklerine ayırıyorlar. Küçük harflerle yazılmış olanlarımız bile hiçbir yerde okumadığı halde bunu başarabiliyor. Demek ki kusurların kokuları, kokuların renkleri, renklerinde hisleri vardır. Yoksa yaratılmış olmak bu kadar anlamlı olamazdı. Soğuk kelimelerin sıcak olanlar karşısında dayanamayıp erimesi yaşantımız içinde sarılmanın nasıl büyülü bir şey olduğunu bilmemizden geliyor. Başı balta ile ezilen bir kadına haris bir zengin olduğu için üzülmeyişimiz sarıldıklarımızın Raskolnikov’lar olmasından kaynaklanıyor. Belki de kendimizi işlediğimiz günahlar için haklı çıkaracak nedenler aramaya kodlayan yaratılışın bunun içinde bir açıklaması vardır. Marmeledov içki parası için çocuklarının çoraplarını neden satsın ki yoksa!
Şimdi bu yazdıklarımla size baktığınız pencereye bir renk bırakmış oldum. O pencereden gördükleriniz asla eskisi gibi olmayacak artık. Edebiyat böyle sihirli bir kalabalıktır işte. Hayatın içinden diğer akıp giden şeylerden biri değildir. Hayata yön veren şeyin ta kendisidir. Kelimeler sizin bildiğiniz kadar büyürler. Bildikçe çoğalırsınız ama hep ne kadar eksik olduğunuzu daha çok anlarsınız. Zamanla hayatın içinde olamaz, hayatın yönlerinden biri olmaya çabalarsınız. Birilerinin başka şeyler düşünmesinin nedeni olmak kadar heyecan verici ne olabilir ki. Hayatın bayağılı içinde ısrarla sahnede ‘’Faust’’ sergilemeye çalışan oyuncular gibi hissediyorum kendimi. Oysa şöyle bir metin yazsam hem eğlenir hem de gülerdik öyle değil mi?
- Abi, geçen gün bizim hatun’u meyaneci Recep’ten arakladım. Önce ,gittik İsmail lavuğunun mekanında mideyi ateşledik tamam mı? Sonra aldım yengenizi benim eski evde bi güzel elden geçirdim. Oh mis gibi kokuyordu hatun be abi. Verdiğim her mangıra değdi kitap çarpsın.
- O ne şekil bir iş öyle ya. Adam gibi bir manita bulsana olum kendine.
- Ne var, yakışmamış mı kardeşinize parlamak? Hiç karı dırdırı çekemem abi. Paran varsa tüm piyasa senin. Boş versene trip, naz, kapris çekeceksin. İşin yoksa kıskanıp elin ayağın titreyecek, artık alıcan jopu,haydarı neyse dalıcan elin hıyarlarına. Oho! Ben gelemem öyle alengirli işlere. Ver parayı, göstersin sana numarayı. Sonra tak sepeti koluna herkes kendi yoluna icabında.
- İnsana aşk lazım olum. Şöyle güzel bir dalga bulacaksın kendine, temiz, helal süt emmiş olacak. Az biraz sotelerde görüştükten sonra baktın ki sana uyuyor gidip delikanlı gibi isteyeceksin babasından. Yoksa seninki gibi hayat geçmez be olum. Ben Ayşe ile çok mutluyum. Gerekirse dayak da yerim, kıskanırım, nazını çekerim. Bi gülsün bana anam, avradım olsun şu çivisi çıkmış Dünyayı önüne sererim. Bana bunlarla gel koçum.
Tüm bunlar hayatın içinden geçen hisler. Sizce ne renk? Argonun gri köşelerini Emrah Serbes öyküleştirmiştir mesela. Sekiz erkek çocuğunun erken kaybedişini iliklerinize kadar argolu işleyişini inkâr edemeyeceğiniz bir anlatım ile hayatın tokat gibi geçişini okuyorsunuz. ‘’Sen gittin ve herkes ölmeye başladı’’ diyen birinin acısını hissedebiliyorsunuz. Bu sizin acınız değil ki? Eğer ki bir kenar mahalle çocuğu değilseniz bu acı sizin acınız olamaz. Tanımadığınız bir acıyı hissedemezsiniz. Ancak kendi acınızla tanıştırıp anlamaya çalışabilirsiniz. Kitaplar pencerelere renkler bırakıp giderler. Herkes o rengi kendi kelimelerine boyar.
Argo yalındır. Bir özlemek tanımı için onlarca kelime seçebilirsiniz. Seçtiğiniz kelimeler sizin kimliğinizi, hislerinizin rengini, kelimelerinizin gücünü göstersin istersiniz. Ayrılan bir sevgilinin ardından;
- Arkadaş kalalım diyorsun ya… Ulan, güle başka isim versen başka kokar mı Allahsız!
Ya da;
- Kıldan ince, kılıçtan keskin;
Ayrılık, aramızda bir köprü.
Seninle diz dize otururken de..
Nazım Hikmet
Diyebilirsiniz… Bu neyi değiştirir? Ağlamak varsa yolun sonunda, anlamak varsa okuduğunda hangi rengin kokusu ile olduğunun ne önemi var. Hoş, en güzel kelimelerle yükünü tutmuş bir kitap yazsam bile belki de bir yüzyıl sonra anlaşılabilmek için edebiyatın raflarının arasında beklemeye alınacağım. Çabuk tüketilen edebiyatı sürekli eleştirirken en çok bu türün kendi dönemi içinde kabul gördüğünü, yıllar geçtikçe yazarının bile adının anılmadığını bilmek tuhaf bir his karışımı.
Yazarken istediğimiz tam olarak nedir? Hedeflerimizi buna göre belirlerken hem kendi döneminde hem de en uzak ara ile kendine her dönemde yer açan yazarları severken kıskandığınız olmuyor mu? Dostoyevski Ecinnileri yazarken kendi dönemindeki herkesi kızdırmış olsa da bulunduğu zamanın dışına çıkıp olanı biteni hem soğukkanlılıkla hem de inanılmaz bir objektiflikle nasıl yazmış? İnsanın aklını karmakarışık eden, saygı ile önünde defalarca eğilirken başka bir yüzyılda olacakları müthiş bir öngörü ile önünüze sermesi darbeyi görüp yaşamış olan büyüklerimizi hayrete düşürmemiş midir? Kendi tarihinin gerçeklerinin yüz yıl sonra başka topraklarda aynı renkteki acıları tadan birilerinin olacağını hesap etmiş midir? Lanet olası tüm izimlerin ekonomik kaygılardan türetildiğinin gerçek bir kanıtı gibi bana kalırsa. Ancak yine de yazarı subjektif bir noktaya taşıyan aşırı dini yancılığını kitapta derinden hissettirmesi biraz rahatsız edici bulunabilir. İnsanı okudukça sarsan, üç boyutlu bir dünyaya geçiren böyle bir mucizevî bir kitap için eleştiri yapma hakkını bile kendimde görebildim ya… Komik!
İşte böyle muhteşem eserlerin içinde bile kendi yaşayışının argosunu görebildiğimize göre dudak bükeceğimiz şey argo olmamalı. Argonun nerede, ne şekilde kullanıldığı belirleyici unsurlardır bana kalırsa. Ne yani Dostoyevski hiç mi sinirlenip küfür etmedi? Kafka hiç mi ‘’sikik Dünyanızı alın başınıza çalın’’ dememiştirki? Hem de öyle güzel demiştir ki çoğunuz bunu bilmezsiniz bile. Kafka’nın ilk kitabı olan ‘’Kavga Açıklaması’’ ile sıradan halkın kendini küfürle ifade edişine ne de güzel öykünmüştür.
Cesur Yeni Dünya’nın yazarı olan Aldous Huxley bunca farkındalığına rağmen, olanı, biteni, olacaklarla ve geleceğe dair tedirginliklerini cebinde taşırken öylece sakin sakin fikirlerini mi anlatmıştır? Hiç ağız dolusu küfür etmeden yani öyle mi? Sözün vücut bulup dile geldiği kehanetler kitaplarının üçüncüsü 1984 ile George Orwel domuzların savaşırken argosuz, küfürsüz bir hayattan geldiklerinden mi bahsetti bize? Distopyanın kendisi küfürdür yahu!
Edebiyat edep midir? Kendi içinde omurgalı olmayı gerektirmesi dışında çok edepli olunması şartı olduğunu düşünmüyorum. Özgürlük sadece fikirleri özgürce yazabilmek değildir. Özgürlük kullanacağımız dili de özgürce seçebilmemizdir.
Edebiyat, renklerin, kokuların, seslerin, görüntülerin iç içe geçtiği yaşam ritminin en az resim kadar iyi çizilebildiği bir araçtır. Bu aracı kullanırken terbiye sınırları içinde kalmak bizleri sınırları olmaya iter. Eğer zamanında kendi sınırları içinde kalmayı göze alsaydı bugün şaşkınlıkla hala Julies Verne’den bahsediyor olmazdık.
Devrimler, çağlar, zamanlar akıp giderken ihtiyaçtan gelişen argo kültürünü bir kenara atıp yok sayamazsınız. Dünyadan ve yaşamdan kopuk olmak sadece evinde oturup yazı yazmayı seçmek değildir. Bence kalemleri özgür bırakalım.
İhtiyaçtan doğan şu argo kültürünün sözlüğünü bile yapmışlar biliyor muydunuz? Bana bu Argo Sözlüğü’nü ulaştıran defter ailesinden olan o sevgili arkadaşıma çok ama çok teşekkür ederim. O sözlüğü bana göndererek bu yazıyı yazma sebebim olduğu içinde bir kez daha teşekkürler.
Ya da;
Tek metelik harcatmadan bana tosladığın bu Argo Sözlüğü için eyvallah dostum. Sayen de sebeplendik, gözümüz bayram etti bizim de icabında. Hay, senin ölmüşlerine rahmet. Bir gün belki buralarda papaz uçururuz da takıntımızdan kurtuluruz.
Toriği çalıştırıp edebiyat parçaladık. Umarım okuyunca ‘’şunun da aklına turp sıkayım’’ dedirtmemişizdir.
Sevgilerimle…