7
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
943
Okunma

Bazıları için bir parkın içinden geçmek keyif vericidir. Ben ise hışırdayan yaprakların hüzünlü tınısını duyarken, yalnız çiçeklerin ağladığını hissedebilirim. Defalarca üzerine oturulmuş ama kimse tarafından dönüp bakılmamış, yıpratılmışlığının kimsenin umurunda olmadığı o pejmürde bankı fark edebilirim. Kitaplarda okuduğumuz yaratılmış, kurmaca Dünyadan çok başkadır gerçeğin tek düzeliği. Cervantes’in zırva İspanya’sı dağlardaki şair çobanları ile buram buram romantik ve alabildiğine sade bir ihtişam sunarken bizlere aslında hiç bilmediği yerleri ve insanları yazdığını düşündüğümde demirleri paslanmış bir bankın gerçekliği daha çok etkiliyor beni. Vergilus’un o geçişindeki uzun tasvirlerin arasından yayılan yasemin kokusu burnumuzun direğini delecek kadar gerçekmiş gibi görünse de tüm epikler kadar abartılı be Odysseus. Hiç biri bir parkta çaresizliğine terk edilmiş yaban çiçekleri kadar gerçek değil.
Portekiz’in hüznü kadar sahici olan bir sanat eseri görmedim ben. Tıpkı asla benim olmayacak bir çift elin yabancılığı kadar soğuk ve yalın. Önceki hayatımda bir Portekizli idim belki de. Ya da öyle isterdim ki Lizbon’un orta yerinde yüzüm gözüm melankoliye boyanmış gri bir heykel olmayı. Belki fark edilmenin tek yolu budur. Ben o heykelken bir sokak sanatçısının ayaklarımın dibinde fado müziği çaldığını düşünmek istiyorum. Amália Rodrigues müziği yükselse gökyüzüne ve taştan tenime çarpıp yayılsa melankoli tüm evrene.
Bir zamandan beri asla iyi olmadım ki ben. İmkansız şeyleri sevmekten yorulmayan uslanmaz bir yüreğim var. Bu güzel… Asla tam olarak iyi olamamak, mutsuz olmayı sevmekten başka bir şey değildir gibi gelir bazılarına. Oysa gitarın acılı solosunu gerçekten hissedemeyenler asla anlayamaz ki hüznün bunca sevilesi olduğunu. Olasılıksız bir sevmenin ortasında iken yaşamadığın bir duyguyu özlemenin karmaşık yudumlarını kimseyle paylaşmak istemiyorumdur belki de. Kendi paradoksum içinde havayı tutmaya çalışmaktan çok daha anlamlı bir resimden bahsediyorum aslında. İhtiyacım olan nefesin bu hüzünle sevişmekten geçtiğini bir Portekizliye anlatmak zorunda kalmazdım. Hiç dokunmadığın bir teni arzulamanın saçma bir his olmadığı kadar gerçek bir mutsuzluğum var benim.
Portekiz sokaklarında gezen Perhan’ın hayaleti ile karşılaştığımda Azra’nın karnındaki bebek kadar talihsiz bir yaşamanın beni beklediğini bilemeyecek kadar zavallı olmak içimi yakan tatlı bir acı veriyor her zaman. Çingeneler zamanında bir meyhaneye gidip sarhoş olduğumda kendi hüznüme aşık oluyorum ben. İnsan kendine söylediği yalanlardan sonra diyor hani işte kimseye böyle inanmaz ya hani öyle bir vazgeçiş bu insandan artık. Davor Dujmovic’in Perhan’ı taşımaktan yorulması kadar yorgun bir ruhum varken insana yabancılaşmamak mümkün olmuyor. Sislerin kalkıp gerçeğin ortasında kaldığımdan beri ben Lizbon’da gri bir heykelim artık.
Ellerimi uzatsam tutabilecekmişim gibi sıcak bir gülüşün yüzlerce ışık yılı uzağında kalmanın sancısına talip olmak benim seçimimdi. Öyle kirli ki her şey… Parasal edimlerin kontrolünde güdümlenmiş plaza şıklığından geçerken en çok duymuştum bu bulantıyı. Sonra fakirliğin asil bir şey olduğunu sanmanın yanılgısı başka bir kurşun deliğidir ruhumdaki. Onların ki bir tercih değil zorunluluktan ibaret çoğu zaman. Seçenekleri olduğunda bir plaza için yapamayacakları şey olmadığını görmek, görebilmek içimdeki insan şeyleri öldürüyor bir bir.
Gökyüzüne baktığımda asla benim olamayacak bir çift gözün rengine tesadüf ediyorum her sabah ve bu beni yine yeniden Portekiz’in fırtınalı sahillerine götürüyor. Asla benim olmayan bir denizcinin gidişine içiyorum Çingeneler meyhanesinde. İçin için yanmayı sevmekte vardır hayatta. Kendi hüznüne aşık bir kadın tanıyanlar gözlerindeki derinlikten kaçmayı seçerler hep. Belki de haklıdır onlar. Her biri bir kuyu olan bir çift gözün bilinmezliğine dalmak ve bütün bütün oradan çıkamamak var ya! Zordur o, zor…
Bir eriği tuza batırıp yemekten duyduğum hazzı bir insanın gülümseyen yüzünde bulamamak sıyırıyor beni normal olmaktan. Ayrıksı bir ot gibi tutunmuşum çoğunluğun kenarına. Zamanla tenimin kabuklarının, ruhumun da acıyan bir teni olduğunu öğrendim. Dokunmak isteyip de hissedemediğim de gerçek şeyleri uzakları özlemeyi seçtim. Benliğin içine çökmesi böyle bir şey bence, bende…
İçimdeki açlığı sanatla gidermeye çalıştığımda da başka bir ucube küreselliğin kucağında buluyorum kendimi. Öykünmek zırvalığı ile eskinin ısıtılıp yeniden servis edildiğini görebilmiş olmaktan nefret ediyorum. Narsist bir oburlukla her şeyin kılık değiştirdiği ve aslında eskinin cam bir meşenin içinde hapsedildiği çağlar devirip duruyor insanoğlu. Nefret etmekten yorulunca tenimin kabuklarını soyuyorum. Ah! Benim uslanmaz benliğim… Savunmasız ve apaçık bıraktığım tenimi en uzaktaki bir arzu için mum alevinde gezdiriyorum. Sermayenin sanata sızdığı zamanlarda ölen bir Çingene şarkısını dilime dolayıp Lizbon’da öldürüyorum tüm heykelleri.
Sevgilinin teni kadar gerçek dışıdır yaşama sevinci… !
Deniz...