3
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1129
Okunma

Yıllar önce çok sevdiğim bir Alman bayan arkadaşım( G.T.) vardı. Resim yapmaktan büyük bir haz duyar ve tablolarını nasıl yaptığı hakkında bana uzun uzun açıklamalar yapardı. Mesleğim olan rehberliğimin gereği olarak, onun ile çok geziler yaptık. Bazı gezilere ise benim ehliyetim olmasa bile bir arabam vardı ve onun ile özel turlar da yaptık.
1997 yaz aylarında, unutamadığım, birlikte yaptığımız geziler arasında, Olimpos Yanartaş , Batık Kent Kekova, Myra, Kaş, Ksanthos Patara, Limyra Arikanda, Elmalı, Karacaören barajı, Isparta , Eğirdir, Zindan Mağarası, Kuzukulağı Yaylası, Adada antik kenti, Yazılı Kanyon, Gölcük krater Gölü İbradı- Üzümdere Vadisi, Beyşehir Gölü, Eşrefolu Camii, Eflâtunpınar, Yalvaç - Pisidya Antiocheia’sı Men Tapınağı, Çatalhöyük, Konya, Afyon-Işıklı Göl, Pamukkale, Efes, Meryemana, Afrodisyas, Kapadokya, Tuz Gölü, Anadolu Medeniyetleri Müzesi gibi her biri ayrı bir kültür ve doğa hazinesi olan çok sayıda yer vardır. Tarihi taşından, çiçekleri bakışından , ve dostluğun ne demek olduğunu, aşkı, cömertliği, bu arkadaşımdan öğrendim desem, katışıkısız bir gerçeğidir bu yaşantımın ve bunları yaşamış olmaktan büyük bir mutluluk ve derin bir haz duyarım ne zaman onu ansam. Beraberlikler insanı sevgi, dostluk, bilgi ve kültür ile besler ise daha bir anlam kazanıyor insan için.
Kim bilir kaç kez deklanşöre basmışızdır kuş, çiçek , böcek, kaç kez gökte yıldızları birlikte seyrederek burçlardan ve ışığın insan ruhundaki etkisinden sevgiyle sözetmişizdir?! Yalnız söz değil, ruh ikizi gibi kaynaşmışızdır da..
Hele bir geceyarısı dolunay ve Sönmez Ateşin alevlerinin arasında gezinen akrepler, defne dallarında bir baykuş öterken, bir bayan kuş tüm çıplaklığıyla yüreğinin insan sıcaklığını bıraktı geceye..
Yanartaş koyunun, azurit renkli çakıltaşları gözümüzde, denizin tuzu dilimizde kaldı..
Sımsıcak yakıcı alevleri yeri dibinden tenimize püskürten yalnızca ejderha Chimaira değil, ruhumuzun derinliğinden fışkıran o büyük sevgi ateşiydi, ‘’şarabın içindeki şiir’’ ortaya çıktı o gece..
O güzel insanın bana söylediklerin resim sanatına dair unutulmazları arasında, kendisinin gözlerini adeta yumarcasına resim yaparken hiç bir şey tasavvur etmeden, renklere daldırdığı fırçasını eli gibi kullanıp, spontane biçimde içinden geldiği gibi elinin hareketini yüreğini ritmine bırakarak tuvaline düşürmesiydi. ancak daha sonra neler yaptığına bakarak yorumluyordu tablolarını ve son derece ilginç motifler çıkıyordu desen desen ortaya; resim içten duyulan renk ahenk ve ritimdir, yüreğin rengidir.
Şiire ilişkin ise şöyle bir anımız olmuştu: Bir gün yazdığım şiiri kağıdı ile birlikte elimden aldı ve şiir tam ortadan ikiye katladı, bir süre inceleyip bana şunları söylemişti, ‘’Bak , şiir yukarıdan aşağıya doğru yazar iken, bir kavis ile sağa doğru eğilip gitmiş, fakat bu dünyanın dönerken katetttiği eğri çizgiye benziyor ve şiir doğan ile benzeşiyor, ruhunun ahengi yüreğinin ritmi ile örtüşüyor, çünkü alttaki dizeler ile üstteki dizeler birbiri ile çakışıyor boyları, aralıkları mesafeleri aynı bu da bunu güzel bir şiir olduğunun kanıtı demişti.
Bu sözler benim için büyük bir ders niteliğinde idi ve kazındı belleğime o gün bugündür, yazdığım şiirlerde, ‘’ ŞİİRDE ŞEKİL DİSİPLİNİ’’ olarak kavramlaştırdığım bir deyimin de süzgecinden geçiririm yazdıklarımı ve nerede bir uzunluk, kısalık üstten alta bir çakışmazluk var ise orada gerek ten, gerek doku, gerek ise kan uyuşmazlığı vardır nazarımda ve çıkıntıları törpüleyip rendeler belki de keser atarım, eksiğine gediğine dolgu yaparım ve şiir daha bir şiir olur...
Bir defasında bir pınardan suyun akışını seyrederken, ‘’ İyi bak, dinle o sesi!’’ demişti dikkatlice dinledim, baktım uzun uzun, su iki defa kısa kısa püskürüyor ise yerinde dibinden bir defa kısa kısa püskürüyordu ve adeta dünyanın da arzın merkezine gömülü bir yüreği vardı su diye içtiğimiz bizim dünyamızın yürek sularıydı...
Yine bir defasında, Isparta yaylalarında gezerken, yolumuz Kuzukulağı Yaylası’na düştü; nice tozlu yolları kıvrım kıvrım sarıp, sarp doruklara tırmandığımızda düzlükte bir çobana teyzeye rastladık. İpini eğirip duruyordu o da Eğir/dur , Anamas yaylalarına yakın bir başka yaylada. Doruktaki düzlükte bir yaşlı çam ağacı görmüştük. Gövdesi hayli yüksek, dalları gökten ateşi çalan Prometheus’un kolları gibi güçlü ve koyu yeşildi. Fakat bu ağacın tepesine düşen bir yıldırım ağacın özünü tepeden tırnağa kendi çırasıyla yakıp, simsiyah bir oyuk bırakmıştı dev gibi güçlü çam ağacının gövdesinde, gitti o ağaca dokundu ve bir süre sessizlik içinde öylece kalıp, sonra bana ‘’Gel, sen de dokun bu ağaca ve içinden geçenleri seslen!’’ dedi . Dediğini yaptım. ve ‘’Yıldırımlar içti özümü’’ dizesi buradan çıktı. O zamanlar işte ezoterik öğretiler ve biyoenerji üzerine daha da yoğunlaştım ve kitaplardan bu konuları araştırdım. Beyine verilen komutların, bir ağaçtan dilek dilemenin önemini diyebilirim ki o zaman daha iyi idrak ettim. Akseki istikametinden Seydişehir’e doğru giderken görkemli bir sedir ağacının altında dilek de tutmuştuk.
Sevgili dostum; neler ne çok güzellikler yaşadık ve ne çok güzel şeyler öğrettin bana.. .
Daha sonraları şiire dair düşüncelerimi arasında yazdım, yüreğimizin hareketine bağlı olarak kanımızda yayılan nabzımızın hareketi bir sinüs hareketidir, denizin dalgalarının rüzgâr ile yayılırken yaptığı dalga hareketleri de bir sinüs hareketidir. Bu ritim, bu ahenk insanları her zaman bir büyük aşkla büyülemiştir.
Bu neden ile derim ki, şiiri yazmak kadar şiiri yaşamak da önemlidir; bazı şeyler salt yazarak değil yaşayarak birebir öğrenilir.. Belki de çok okuyan, çok yazan değil, çok gezen biliyordur kimbilir?!
Akşam ezanı okunuyor, şiirle kalınız sağlıcakla sevgili dostlar...
Şaban Aktaş
11.01.2019 - 19.29 / Antalya
Fotoğraf: Şaban AKTAŞ
Sarımsaklı Koyu- 12.11.2018
AYVALIK - TR