10
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1295
Okunma

Mina Urgan’dan nefret ediyorum! Baştan söyleyeyim, kendisiyle hiç yüzyüze gelmedim. Üniversitede ondan ders almadım. İçki masasına oturmadık. Beraber seyahata çıkmadık. Ben McEnroe’yu tutarken o Ivan Lendl taraftarı olmadı. Kız arkadaşımı da elimden filan almadı.Ama açık açık, yüksek sesle, bir daha söylüyorum: Mina Urgan’dan nefret ediyorum!
İyi bir aileden geliyor olabilirsiniz. Bir yanınızda Orhan Veli, diğerinde Oktay Rıfat olabilir. Orijinal metinleriyle benim gözümü korkutan kitapları okumuş, içselleştirmiş ve Türkçe’ye çevirmiş olabilirsiniz.Hayatınızda belirli bir görüşü savunmuş, hatta ‘’Nasıl olsa sol görüşlü bir kız olarak iple asılacaksın’’ diyen Necip Fazıl’ın önerisiyle Urgan soyadını almış olabilirsiniz. Bütün bunların karşısında saygı duyarım. Ama bu gerçekler kendisinden nefret etmemi engellemez. Yetunde de sormuştu:
‘’Mina’ya olan nefretinin nedeni nedir?’’
Elimde en sevdiğim kitap var: Sineklerin Tanrısı. İlk kez on üç yaşında okumuştum. Beni öylesine etkilemişti ki, ondan sonra her okuduğumu onunla karşılaştırır olmuştum. Belki beni daha da etkileyecekti ama ismini ilk paragrafta andığım hanım yüzünden bu mümkün olmadı.
Kitabı İngilizce aslında Mina Urgan çevirmişti. Daha sonra orıijinal metni okuduğumda bunun büyük bir şans olduğunu farkedecektim. Zaten bugün de elimde çeviriyi tutuyorum, aslını değil. Tamam, güzel çeviri yapmış. Buraya kadar bir sorun yok. Ama o çevirinin başına koyduğu önsöz nedir öyle? Bütün kitabı özetlemiş, analizini yapmış, bir anlamda ‘’İsterseniz kitabı okuyun ama burada okunmuş ve hazmedilmişi var’’ demiş.Siz ancak ‘’Yine de kitabı bir okuyayım. Belki Mina Urgan’dan farklı yorumlarım’’ diyecekseniz okumaya yelteniyorsunuz. Buna kalkıştığınızda da kitap koca bir deja vu’ye dönüşüyor ve bir süre sonra ilginizi de kaybediyorsunuz.
Ben bir dereceye kadar şanslıydım. Önsöz adı verilen kitap analizinin ortalarında bir yerde durumu farketmiş ve ondan sonrasını atlayıp romana geçmiştim. Ama tamamen de ucuz kurtulmamış, kahramanlardan Domuzcuk’un öleceğini öğrenmiştim. Belki bu deneyimden sonra kitapların arka kapaklarını bile okumayı bıraktım. Hiç bir fikrim olmasın istiyorum yeni bir kitabı elime aldığımda. Bir şekilde, birileri kitabı ele vermesin. Mina Urgan gibi analistler de ne yazacaklarsa kitabın sonuna saklasınlar. Livre de Poche öyle yapıyor, hiç de fena olmuyor.
Yıllar sonra Sineklerin Tanrısı tekrar elimde.Üstelik bu sefer atmosfer de kitaba uygun. Bir adadayım, börtü böcek istemediğim kadar çok ve çorbadaki sinek misali Mina Urgan’ın önsözü tüm keyfimi yeniden kaçırıyor.
‘’’Sen de o zaman önsözü okuma’’ diyor sevgili Yetunde.
Anlamıyor, anlamayacak.
Yanlış bir izlenim vermek istemem. Yetunda gayet zeki bir kadındır. Bir çırpıda orta zekalı bir insana Einstein’ın hangi durum karşısında ‘’Tanrı zar atmaz’’ dediğini açıklayabilir. Ya da resimde niye izlenimciliğin tesadüfi bir gelişmeden çok, eşyanın doğası gereği bir zorunluluk olduğunu kanıtlayabilir. Zaten tanışmamız da böyle bir ortamda, Vermeer’in Delft Manzarası adlı tablosunun yorumlandığı bir seminerde olmuştu. Ayaküstü yaptığımız sohbette bana beş maddede konuşmacının yaptığı yorum hatalarını göstermişti. Karşılığında ister istemez bu uzun boylu Nıjeryalı hanımı bir Fransız lokantasına götürmüş, ondan konuyu daha detaylı anlatmasını istemiştim. Başka zamanlarda şarap Vermeer’in dünyasına daha iyi nüfuz etmemi sağlarken bu sefer beni Yetunde’ye yaklaştırmıştı.
Zaman içinde Yetunde ile daha sık buluşur olmuştuk. Kulağa normal gelse de kendisi başka bir şehirde, dahası başka bir ülkede yaşıyordu. Buluşabilmek için az fedakarlık yapmamıştım.
‘’Demek Cambridge’te astrofizik çalışıyorsun. Nobel ödülü yakın mı bari?’’
‘’Nobel ödülü alan fizikçilerin kafası seninki kadar bile çalışmaz’’
‘’Nasıl yani?’’ Onları mı çok kötü aşağılamıştı, yoksa beni mi çaktırmadan övüyordu, anlayamamıştım.
‘’Nobel’i deneysel fizikçiler alır.Onlar da teorisyen olamamış kişilerdir’’
Yetunde’ye teorik fizikçi olup olmadığını sorsam herhalde beni Nobel ödüllü fizikçilerden de daha aşağı bir yere yerleştirirdi. Biraz düşününce bu son cümlem kulağa o kadar da kötü gelmiyordu.
‘’Peki ya Einstein?’’
‘’Fotoelektrikten aldı; teorik çalışmalarından değil.’’
İşte bu Yetunde şimdi basit bir teorik tartışmayı anlayamıyordu. Mina Urgan’ın önsözü kitabın başında, her şeyi açıklıyordu. Orayı atlasam da, gözlerimi kapatsam da ben bu gerçeği biliyordum. Mina’nın yazdıkları aklımdaydı. Romanı nasıl Mercan Adası’yla karşılaştırdığını hatırlayacaktım. Ralph’ın kötü yanlarını, Jack’ın iyi yüzünü, aziz sayılabilecek özellikleri olan Simon’u düşünecektim. Önsözü atlayıp atlamamanın bir önemi olmayacaktı.
‘’Kitabı biraz kenara bırak da, şu evin işini konuşalım.’’
Benim yanıtımı beklemeden Sineklerin Tanrısı’nı elimden çekip aldı.
‘’Biliyorsun, evin yerini bana danışmadan seçtin. Şimdi kulübenin içi güneş almadığı için her yerimiz küf oldu.’’
‘’Güneşli bir yeri seçsem bu sefer sıcaktan yakınacaktın.’’
‘’Evet yakınacaktım. O yüzden de hem güneş alan, hem de sıcaktan kavrulmayan bir ev için bana danışacaktın. Ama sen hiç bir zaman bana danışmıyorsun; öyle değil mi?’’
Belki de Yetunde çok uzun süre araştırma grupları içinde yer almıştı: Görevlerin herkese net çizgilerle bölüştürüldüğü, sorunların tartışma ortamında halledildiği, grup liderinin son sözü söylediği ortamlar... Belki Yetunde çok uzun bacaklıydıö çok anlamlı bir yüzü vardı, keyfi yerinde olduğunda çok ilginç konulardan bahsediyordu, belki de ben onu adadaki hayata çağırırken çok aceleci davranmıştım.
O konuşmaya devam ederken kadehime uzanımdım ve Sör Charles’tan bir yudum aldım. Belki o gün o Fransız lokantasında Mouton Cadet yerine Sör Charles içseydim dikkatimi Yetunde yerine Vermeer’e verebilecektim ve hiç bir şey aynı olmayacaktı.Sör Charles benim öteden beri resmi şarabımdı. Bazı arkadaşlarımın ‘’ucuz’’ diye çamur atsalar da hesaplı ama kaliteliydi. Diğer Cabarnet’ler kadar sert değildi. İkinci kadehte Yetunde sizi öpmüş gibi olmuyor, dikkatinizi hala istediğiniz konu üzerinde toparlayabiliyordunuz.
‘’Bir kere ben söylemeden bir takım işleri yap’’
Sör Charles’ın da zayıf tarafı buydu. İkinci kadehteki yumruğu arıyordunuz. Bir adaya gidiyorsanız, hele de Yetunde ve Mina Urgan’ın önsözüyle gidiyorsanız Sör Charles en iyi seçim değildi.
‘’Daha geçen gün kulübenin çatısı yağmurda sızdırıyordu; oralı bile olmadın’’
Belki keramet üçüncü kadehteydi. Şarabı doldurup, Sör Charles’ın sağ kroşesi için dua etmeye başladım.