5
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
650
Okunma

İnsan büsbütün dertlerinden kurtulabilir mi? Böyle birşey şu dünya hayatında çok da mümkün görünmüyor bana. Fakat dertleriyle yaşamanın yollarını bulabilir. Bu da ‘kendisini detaylaştırdığı’ ölçüde olur. Kendimizi detaylaştırmak üzerimizdeki baskıyı azaltır. Bir filmin hikayesini ’bizzat yaşamak’ ile onu ’televizyondan izlemek’ arasındaki nüans gibi bir nüans koyar psikolojiler arasına. Ne demektir kendini detaylaştırmak? Kendini detaylaştırmak hayatının ’sahibi’ değil ’şahidi’ olmayı seçmekle başlar. Ve tasavvufta ’fenafillah/Allah’a fani olmak’ denen makama kadar gider. Peki bu ne demektir?
Bu öncelikle ’yükün tamamını sırtına almayı bırakmak’ demektir. Bir insan hayatının ’sahibi’ değil ’şahidi’ olmaya başladığında onunla ilgili herşeyden sorumlu olmayı da bırakmaya başlar. Bir bekçi inşaatın ne kadarından sorumludur? Onun görevi belki inşaatta yapılan işlerin yüzde birisiyle ilgilidir. (Belki daha da azdır.) Ancak nihayetinde eyledikleri işe dahildir. Onu işçi kılar. Kendi dairesiyle ilgili olan şeylerden hesaba çekilebilir fakat inşaatın geri kalan işleriyle ilgili sorumluluk almaz.
Bir müteahhitin sorumluluğu ise bir bekçiden elbette daha fazladır. İnşaatla ilgili neredeyse her detaydan sorumludur. İdaresi ondadır. Hiçbir yükten kaçamaz. Hiçbir hesap soruşa “Bana ne?” diyemez. Hiçbir ayrıntıyı “Aman be!” diyerek tavsayamaz. Çünkü bu işler hep inşaatın düzgün şekilde tamamlanmasıyla ilgilidir. Ve sahip, mülkiyet iddiasında başkasına alan bırakmadığından, görevini kimseye terkedemez.
İnsan Allah’a inandığı zaman neden ferahlıyor? Bence en çok bundan. Allah’a inanmak bizi üzerimizden gerçekleşen şeylerde detaylaştırıyor. Evet, irademiz, bekçi kadar olsun bir sorumluluk yüklüyor bize. Tamam. Bundan kaçamayız. Fakat sorumluluğun yaratmakla ilgili olan asıl büyük kısmı omuzlarımızdan kalkıyor. “Elhamdülillah.” Zaten elhamdülillah da bu durumun haklı ifadesi olarak ortaya çıkıyor. (Yani ’yaratan’ kimse ’hamdlar/övgüler’ de ona gidiyor.)
İradenin sorumluluğu ’seçmek’ kadardır. Bu seçme de ihtiyarın dahil olduğu işlerle ilgilidir. (Mesela bir insan hangi anne-babadan doğacağını seçemez. Dolayısıyla bunun hesabını da vermez.) Dikkat/bilinç durumuna göre insan önüne gelen şıklardan seçimler yapar. Fakat o seçimlerin sonuçlarını yaratmak? Yaratışın en son zerrelerine kadar vücudunu takip etmek? Hangimiz ağzına koyduğu gıdanın bütün hücrelere dağıtılması işini aklıyla/dikkatiyle yönetebilir? İçimizde mutlaka küçük-büyük işletmelerde idarecilik konumunda olanlar vardır. Onlar bilirler. Üç-beş insanın sorumluluğunun kafayı yedirdiği zamanlar olur bazen. Peki trilyonlarca hücrenin her an idaresinin bizde olması nasıl bir yükleniştir?
Kadere iman eden kederden bu yüzden emin oluyor. Çünkü biliyor: Yaratmak onun sorumluluğunda değil. Çok güzel şeyler için dua edebilir. Çok güzel şeyler için çaba sarfedebilir. Çok güzel şeyler için koşturabilir. Fakat yaratmak? Yaratmak onun gücünde değil ki. Müjde! Böylece insan farkındalığına eriştiği güzelliklerin gerçekleşmemesiyle yükleneceği kederden kurtuluyor. Zeval-i lezzet elemdir çünkü. Ve güzeli bilmek de bir lezzettir. Güzel, öyle birşeydir ki, insan ona bakarken faniliğini unutur. Çünkü güzel fani olmayanın varlığından haber verir. Gidişi bu yüzden ürkütücüdür. Özlem olur kalır. Ayrılık olur kanar. Yoksunluk olur acıtır. Güzelin kendisi sonsuz olmazsa ayrılığı sonsuz olur.
Kadere iman etmenin kendilerine esaret gibi geldiğini söyleyen insanlarla karşılaşıyorum bazen. Şaşırıyorum. Evet. Şaşırıyorum. Bunu anlayamıyorum. Kadere iman etmeyi terkedince hangi şey kontrolümüze geçiyor? Hangi acizlik engeli aşılıyor? Hangi fanilik duvarı yıkılıyor? Hangi kader inkârcısı sevdiklerinin ellerinden kayıp gitmesini engelleyebiliyor? Hangisi dünyadaki savaşları bitirebiliyor? Hangisi gözyaşlarını, bir daha hiç akmamacasına, durdurabiliyor? Hangisi, sanrılamayı boşverin, hakikaten bir ilaha dönüşüyor? Bütün bunlarda, yani işin yaratış boyutunda, hiçbir değişiklik olmayacaksa şu inkârın insana sağladığı fayda nedir? Değiştirdiği nedir? Ben söyleyeyim arkadaşım: “Hiçbir artı kuvvet kazanmadığı halde bir de her an kalbine/ümidine yardımcı büyük bir kuvvetten olmak. Ve bütün yükleri omuzlamak!” Ancak budur. Bunun da yakın-uzak hiçbir faydasını görmüyorum ben.
Halbuki kadere iman ettiğimde biliyorum: Bütün bu işlerin yaratılması benden daha üst bir iradenin ellerinde. O irade, sadece konum olarak benden daha üst değil, aynı zamanda daha merhametli, aynı zamanda daha hikmetli, aynı zamanda daha kuşatıcı, aynı zamanda daha bilgili, aynı zamanda daha dikkatli, aynı zamanda… Bunları bildiğim için kendimi ’omzundaki yükü gemiye bırakmış birisi gibi’ hissediyorum.
Yahut da mesleğim üzerinden bir örnek vereyim: İyi bir editörle çalışan yazarın duyduğu huzur gibi birşey hissediyorum. Nasıl bir huzurdur bu? Biraz şöyle: Güvenirsin ki; sen işleri döküp-saçmış, karıp-karıştırmış, sapmış-şaşırmış olsan da ortaya çıkacak olan kitap bütün bunlardan kurtulacaktır. Zararlarından ayıklanacaktır. Çünkü iyi bir editör yazarın hatalarının basım seviyesine çıkmasına engel olacaktır. Ancak izin verdiği şekilde/tarzla bir basım yapılacaktır. Sen de kadere iman ettiğinde böyle bir güven duyarsın hayata karşı. Dünyaya karşı. Zamana karşı. Yani demem o ki arkadaşım: Toparla kendini. Ümitsiz olma. O kadar da herşeyi batırmış olamazsın. Bu kitabı bir kontrol eden var. Sen her köşesini kuşatamasan da, bazen büsbütün şer sansan da, yaratılan mutlaka hayırdır. Şefkatinin şiddetinden elem duymayı bırak.