4
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1036
Okunma

"Sürekli aynı toprağa ekilip biçilen insanın doğası ancak bir patates kadar gelişebilir"
Kin müspet bir duygu mu? Kime sorsak hayır der ilk elde. Detaylara muhtaçtır oysa.
İşgal altında düşmana karşı duyulması anlaşılabilir. Tam tersi harpte düşmana da objektif bakacak halin yok ya.
“Kin” Balkan Harbi döneminde “Fecr-i Ati” grubu şairlerinden Emin Bülent(Serdaroğlu) in bir şiirinin adıdır aynı zamanda. Yurt duygularıyla yüklü ne de güçlü bir anlatıma sahiptir. “Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni, Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!” nidası unutulmaz. O dem öyledir, “kinim dinimdir” sloganı da meşhurdur ve bugünden bakarak anlaşılacak gibi de durmamaktadır.
Ancak barış dönemlerinde kin iç siyaset malzemesi olmamalıdır. Basit bir anlatımla söylersek kin, toplum hayatında sıtmalanmaya sebep olur ve toplumsal hastalıklarda kinin de fayda etmez.
Ülkemiz, yakın tarihin kimi evrelerinde tarihi birikimi ve kültürel değerlerine aykırı istikamet ve mecralara sürüklenmiş bulunmaktadır. Bu dönemler arasında etki-tepki ya da eskilerin deyişiyle ifrat-tefrit mekanizmalarının işlediğide bir husus olarak karşımıza çıkacaktır. Hani birbirini tetikleyen durum ve ögeler eksik olmaz. Peki sonuç? Maalesef enkaz. Bu hususla ilgili olarak farklı siyasi ve sosyal kesimler muhtelif hatalardan hep söz eder de; bu sorgulama ve eleştirilerin kesişim kümesinin çok defa boş küme olduğunu söylemek korkarım ki, mübalağa olmayacaktır.
Örneğin, askeri darbe ve ihtilal süreçlerinin ülkemize her defasında zarar açtığı hep söylenir. Fakat bu konu etrafında çeşitli toplum kesimlerimizin tavırları “okur âlim, tutmaz zalim” sözünü de akla getirebilir. Bizde darbecilik ne yazık ki dönemlere göre ele alınmaktadır. Sözgelimi sağ kesim, özellikle Yassıada duruşmaları ve idamlar bazında 27 Mayısa karşı çıkar ekseri. Sol ise aynı dönemi idamlar yanlıştı müdahale gerekliydi hatta özgürlükçü bir ortam getirdi şeklinde değerlendirir. Halbuki bir kere kapı aralanacaktır. Ondan sonra ilave darbe girişimleri ve idamlar ard arda gelir. Zülfü Livaneli’nin 27 Mayıs ihtilali üzerine “kurdun ağzı bir kere kanlanmıştı” saptaması ne kadar da gerçekçidir. Aynı zamanda askeri hiyerarşinin alt üst olduğu bir ihtilal değil midir? Duruşmalar ve idam süreci de cabasıdır bunun.
Açıktır ki, Yassıada duruşmaları ve neticeleri ülkemize bu güne kadar etkileri devam eden bir miras, kötü bir miras bırakır. Mahkeme süreci hâkiminin bazı sözleri gerek ihtilal gerekse mahkemeler hakkında ışık tutucu nitelikte görülebilir. Bir gün Demokrat partili bir milletvekilinin bir talebine olumsuz yanıt veren hâkim ardından tarihe geçecek şu sözü söyleyecektir: “ne yapalım sizi buraya tıktıran irade böyle istiyor”. Ne düşünürsünüz? Yoksa hissetmek mi mümkün? O dönem de radyolarının başında duruşmaları heyecanla dinleyen halkımızın hâkimin bu sözleri karşısında hissettikleri bu günden bakarak anlaşılabilir mi? Açıktır ki, Yassıada mahkemeleri ve idamların sosyal psikolojimiz üzerinde travmatik sonuçlar doğurduğundan söz edersek hiçte mübalağa etmeyiz diye düşünüyorum.
27 Mayıs ihtilali ve sonrası gelişmeler devamında meşhur tanımlamayla on yılda bir darbe dönemine kapı açacaktır. Yani çok defa yaklaştığımız gibi darbeler tarihimizi yalnızca 12 Eylül eleştirileriyle geçiştiremeyiz. Netekim! Arada 12 Mart muhtırası ve getirdiği ara dönem de kapı gibi karşımızda durmaktadır. Nasıl ki 27 Mayıs’ı ekseri sol benimser, sağ ise karşıdır. Bu kez roller değişecektir. 12 Marta sol karşıdır, sağ ise en azından mesafeli kalır. Sonrasında gelen idamları ise ülkemiz sağı genelde olumsuz karşılamayacaktır. Oysa iki dönemin kilit idamlarının üçe üç şeklinde cereyan etmesi de konuyla ilgili fikir verebilir.
Buradaki kısas-a kısas boyutu dikkatimizi çekebilir. Şunu sorduğumuz zaman bile olayın vahameti ve mantıksızlığı karşımızdadır. Yassıada’da yargılanan yüzlerce milletvekili ve düzinelerce bakan içerisinde yalnız üçü mü suçludur? Hele ki onbeş idam hükmünün üçe indirilmesi neticeyi hepten hazin kılmaz mı? Peki ya 12 Mart sonrasında yargılanan yüzlerce Marksist militandan üçü mü suçludur? 68 kuşağının birçok mensubu bugün neredeler, hangi düşüncelerdeler? Hemen hiçbiri günümüzde Marksist bir siyasi-felsefi anlayışa sahip değildir. Ve birçoğu bugün çeşitli ekonomik, siyasi, toplumsal görev ve mevkilerde değil midir?
68 kuşağı ve o dönemin Marksist ya da sosyalist gençlerinin içerisine düştüğü ya da düşürüldüğü açmaz Çetin Altan’ın yıllar önce yazdığı bir yazısını aklıma getirir. Yazının başlığı da ilginçtir. “Solcu saflığı ve kaşarlanmış sağcılık”. Çetin Altan yazısında bir anısına değinmektedir. 12 Mart sonrasında tutukluluk dönemi geçiren ünlü gazeteci-yazarımız içerde sosyalist gençlerle diyalog kuracaktır. Onlara edebiyatımızdan klasik eserler okumanın ve hukuk tarihimizi incelemenin çok daha bilinçli Marksist bir anlayış olacağını söylediğimde bana dudak büker, kendi aralarında yaptıkları tartışmalarda ise Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı içeriye girdiğinde ayağa kalkmanın burjuvaziye boyun eğmek anlamına gelip gelmeyeceğini tartışırlardı, demektedir.
Nasıl bir ironi saklıdır bu örnekte? Dikkat edersek dogmatik bir kafa yapısı karşımızdadır. Peki çözüm? Klasik deyişle önemli ölçüde ekonomik gelişmişlik, gelir dağılımında adalet, fırsat eşitliği, eğitim ve kültür seviyesinin yükseltilmesi gibi ögelerde çareyi aramalıyız değil mi?
Kısacası bu örnekler üzerinden de konuya baktığımda yakın tarihimizde darbeler ve sonrasında gerçekleştirilen siyasi idamlar kalıcı hiçbir sorunumuzu çözmediği gibi toplumsal ve siyasal yaşamımızda sancıları bugünde yaşanan psikolojik tahribatlara yol açmış bulunmaktadır.
L.T.
(*) Hamaset: Yaradılıştan gelen yiğitlik, kahramanlık.
Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak amacıyla yapılan abartılı anlatım.