4
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
913
Okunma

Önce sandıkta taşınan padişah naşından başlayalım.
Öncelikle kim bu naaşı sandıkta taşınan padişah?
Bu padişah son Osmanlı padişahı VI.Mehmet Vahdettin’dir. Ancak her ne kadar ‘’Padişah’’ diye bahsetsem de öldüğü tarihte yani 16 Mayıs 1926 tarihi itibariyle artık padişah değildir. Padişah olmadığı gibi ülkesinin topraklarında değil İtalya’nın San Remo kentinde Villa Manolya denilen konağında ölmüştür.
1 Kasım 1922 de Saltanat kaldırıldıktan iki hafta sonra 17 Kasım 1922 tarihinde İngiliz Savaş Gemisiyle önce Malta adasına, oradan da İtalya’nın San Remo şehrine gelen Sultan Vahdettin burada Villa Monolya’da halen bir padişah gibi yaşamaya devam ettiği için maalesef sahip olduğu son servet olan 50.000 Tl çok kısa sürede suyunu çekmiştir. Çünkü sabık padişahın hâla Osmanlı Saraylarında yaşıyormuş gibi seccadecibaşısı, ibrikçibaşısı, peşkircipaşısı, berberbaşısı, arabacısı vesair bir sürü hizmetlisi, aynen Osmanlı sarayındaki gibi bir sürü maiyet erkanı vardır. İşte bu sebeple haliyle kısa sürede müthiş bir borçlanma içine girmiş ve İtalya’ya yerleşmesinin üzerinden henüz dört sene geçmiş olmasına rağmen tam anlamıyla iflas etmiştir.
Son Osmanlı Padişahının ölüm haberi duyulduğu anda Villa Manolya’ın önü insan kalabalığı ile dolmuştur.
Bundan sonra yaşananları gelin doğrudan doğruya olaya şahit olan birinin anlatımından okuyalım.
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in maiyetinde bulunan Rumeysa Arebda anlatıyor:
Sultan Vahdettin’in vefatının sabahı, padişahın ikamet ettiği Villa Manolyanın önü vefatı haber alan insan kalabalıkları ile dolar, mahşer yerine döner. Rumeysa Hanım ve diğer hanımlar taziyeye gelen misafirlerle meşgul olurlarken, villa içinde bir kıyamettir kopar. Villaya polis nezaretinde gelen haciz memurları itirazlara, ayıplamalara rağmen cenaze evinin odalarını ve eşyalarını mühürlemektedirler. Bundan sonra yaşanan olayları Rumeysa Hanım aşağıdaki gibi anlatır:
“
Alt kattaki patırtı gürültü devam ederken Hayreddin Ağa odaya gelmişti. Ağlıyordu:
“Efendimizin naaşını haczettiler.” deyince cümlemiz şaşkın ağaya baka kalmıştık. Allahım bu nasıl olurdu. Bu insanlarda vicdan diye bir şey yok muydu? Cenazeye de mi haciz konulurdu? Haykırarak tekrar ağlamaya başladık. Derhal alt kata koştuk ve kendi gözlerimizle tabutun haciz edilmesini gördük. Seniha Sultan oradan atıldı:
“
Cest non humain que vous faites?” diye bağırıyordu.
Seniha Sultanın feryadı esnasında Müveddet Kadın bulunduğu yere düştü bayıldı. Memurlar zavallı kadına acımış olacaklar ki yardım etmeye çalışırken o vakit odada bulunan Tahir Bey yanıma gelerek sessizce:
“Aman, Efendimiz tabutta değil, biz merhumu yan salona taşıdık, memurları oyalayın, yoksa bu gözü dönmüşler zatı şahanenin naaşına haciz koyacaklar” demez mi?Ben haliyle şaşırdım, ancak verilen görev mucibince hiç düşünmeden İtalyan memurun koluna sarıldım ve:’“a cause de Dieu, ils l’aident, ils vont chercher vite un docteur!” dedim.Bunlar pek heyecanlanarak dışarıya koştular.”
Bundan sonra, memurlar bir doktor bulup getirirler. Neredeyse San Remo ahalisinin tamamı villanın önüne toplanmıştır. Başkadın Efendi tabutun üzerindeki haciz kâğıdını kızgınlıkla yırtıp yere atar. “Bu kirli kâğıdın efendimizin tabutunu lekelemesine izin vermem!” diye bağırmaktadır. Rumeysa Hanım hatıralarını anlatmaya şöyle devam eder:
“
Bu hadise memurları bir müddet oyalayacaktı. O esnada yan salonda olan efendimizin naaşı hizmetçi merdivenleri kullanılarak alt kata indirilmiş ve orada boş bir odaya konulmuştu. Haciz memurları bütün feryadımıza rağmen tabutu tekrar mühürledikten sonra odadan ayrıldılar. Daha sonra bütün Harem erkânı tekrar üçüncü kata çıkarıldı. Hayrettin Ağa orada bize her şeyi anlattı. Cenaze alt kata indirilmiş ancak kapının önünde polisler nöbet tuttuğu için dışarı çıkaramamışlardı.
“Peki, şimdi ne olacak?” diye soran Nevzad Hanım’a Hayreddin Ağa şöyle cevap verdi:
Kadınefendiler alt kata insin ve büyük salonda yüksek sesle ağlasınlar, biz o esnada cenazeyi Faruk Efendinin getirdiği arabayla serseccadecinin şehirdeki evine götüreceğiz” dedi.
Villada bulunan kadınların bir kısmı boş tabutun bulunduğu odada toplanarak feryad-ü figan ederler. Burada bulunan İtalyan polisleri bu hengâme karşısında şaşkına dönerler. Rumeysa, Besime ve Nazife Hanımlar ise Hayreddin Ağa ile birlikte villanın zemin katına inerler. Bir masanın üzerinde kefenli vaziyette bulunan Hâkanın naaşı etrafında Faruk Efendi, Sami Bey, Tahir Bey, İbrahim Bey beklemektedir. Sami Bey kadınlardan birisinin arka kapıdan çıkarak bayılmasını, diğer kadınların da nöbetçi polise giderek yardım istemesini söyler. Bayılma rolünü Besime Hanım üstlenir. Diğer kadınlar nöbetçi polislerden, bayılan kadının üst kata çıkarılmasını rica ederler. Kadınlar üst kata çıkana kadar, beyler Hâkanın cenazesini Faruk Efendi’nin evvelden getirmiş olduğu arabaya koyarak götürürler. Bu suretle Vahdettin Hanın cenazesi haczedilmekten kurtarılmıştır.
Bundan sonra cenaze serseccadeci İbrahim Beyin şehirdeki evine götürülerek orada yeni bir tabutun getirilmesine kadar bekletilir. Yeni tabut, şüphe uyandırılmasın diye, başka bir isim adına sipariş edilmiştir. Sultan Vahdettin Hanın kaçırılan naaşı Şam’a götürülerek orada, Sultan Selim Camisinin avlusuna defnedilir
Villaya taziyeye gelenler, içi boş tabutun bulunduğu salonda taziyelerini sunarlar. Bu durum, borçların Sabiha Sultanın mücevheratlarının satılarak ödenmesine kadar, bir ay boyunca devam eder. Hacizli tabut, 1926 Haziran ayında düzmece bir cenaze alayı ile villadan kaldırılır. Cenaze töreninde Faruk Efendi, Ulviye Sultanın eşi Ali Haydar Bey ile kadın efendileri götüren arabanın yanındaki Mazhar Ağa’dan başka hiç kimse bulunmaz.
Cenazenin Villa Manolya’dan kaçırılması olayını gazeteci Refi Cevat Ulunay ise kendisinin ölümünden çok sonra 2002 de yayınlanan ‘’ Bu Gözler Neler Gördü’’ adlı hatıralarında anlatmıştır. Bu anlatıma göre Padişahın ölüm haberinin alınması üzerine ondan alacaklı olan bakal, manav vesaire güruhu Villa Manolya önüne gelmiş, bağırıp çağırıyorlardı. Bu arada şehzade Ömer Faruk efendi Nice’de bulunan Son Halife Abdülmecit Efendi ile telefon görüşmesi yapıp durumu anlatmış, Abdülmecit Efendi ise parayı San Remo’da bulunan Sakallı Reşit Paşa aracılığı ile gönderdiğini, cenazeyi Şam’a onun taşıyacağını söylemişti.
Refi Cevat Ulunay daha sonra şöyle devam eder:
İki-üç saat sonra da Sakallı Reşid Bey lazım gelen parayı hâmilen Villa Manolya’ya geldi.
Tahir Bey, Ertuğrul Efendinin hocası Mahir Beyle Sami Beyi, Hayreddin Ağayı, seccadecibaşıyı, ibrikçibaşıyı ağalar dairesinde toplanıp bağırmaya devam eden bakkal, çakkal güruhuna gönderdi.
-Bu adamları avutunuz, o müddet zarfında biz cenazeyi kaçıralım.
Berberbaşı istasyona koşturdu. Tek atlı bir yük arabası bahçenin açılmaya açılmaya kol demiri paslanmış kapısının önüne getirildi.
Sandığın tabut olduğu belli değildi, içinde bir ölü yattığı da malum olmuyordu.
Tahir Bey:
-Bir cenaze nakledildiğini belli etmeyin. İçinde öteberi olan bir tahta sandığı Cenova’ya gönderiyoruz zannetsinler. Onun için yalnız iki kişi tutup indireceğiz.
Adamlara yakalarını yırtarak yüksek sesle ağlamaları emredildi. Sandığı başından Şehzade Faruk Efendi, ayak tarafından da Tahir Bey tuttu. Bahçe kapısından çıkarıldı, arabaya konuldu. Arabanın arkasında Sakallı Reşid Bey, bozuk kaldırımlar üzerinde haldır huldur, istasyona doğrulduk.
… İmparatorluğun bu inkırazı karşısında yüreğim burkuldu ve içimden bağırdım:
-Koca Kanuni! Gel bak, kurduğun imparatorluk ne oldu?”
Gelelim ikinci trajikomik olaya.
Günümüzde en çok tartışılan ve hatta Avrupa İnsan Hakları mahkemesine kadar taşınan önemli bir sorunumuz vardır: Zorunlu din dersi.
O halde gelin çok kısa olarak Cumhuriyet döneminde din dersinin durumuna bakalım.
Türkiye’de
1924-1927 Yılları arasında Din Dersi ilkokul ve ortaokulda zorunlu dersler arasında iken liselerde din dersi yoktur
1927-1948 Yılları arasında Din Dersleri tüm ilkokul, ortaokul ve liselerde müfredattan tamamen çıkarıldı. Yani bu dönemde din dersi diye bir şey yok.
1948- 1982 Yılları arasında Din Dersi ilkokul, ortaokul ve liselerde seçmeli ders olurken Ahlak Bilgisi Dersi zorunlu ders oldu.
1982-2012- Din Dersleri ‘’ Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’’ olarak ilkokul, ortaokul ve liselerde zorunlu ders olarak okutulmaya başlandı.
2012- Günümüze kadarki yıllar arasında ise zorunlu olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin yanında seçmeli dersler olarak ‘’ Temel Dini Bilgiler, Hz. Muhammed’in Hayatı, Kur’an-ı Kerim’’ Gibi dersler kondu.
Hem öğretmenlik yaptığım yıllarda, hem de emekli bir öğretmen olarak bir özel okulda görev yaptığım bir kaç senelik zaman zarfında öğrencilerime zaman zaman sormuşumdur ‘’ Din Derslerini kim zorunlu hale getirdi’’ Diye…Bu soruyu sorduğum genç kuşağın yaklaşık tamamının cevabı ‘’ Recep Tayyip Erdoğan ‘’ olmuştur. Genç kuşak neyse de ben yaşta koca koca insanların pek çoğu bile Din Derslerini zorunlu hale getirenin şu anki Cumhurbaşkanımız olan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu zanneder. Aslında böyle zannetmekte pek de haksız sayılmazlar. Çünkü her nedense onun dönemine kadar hiç kimsenin aklına ‘’ Zorunlu Din Dersi de ne yahu? Ben Müslüman değilim, çocuğum da Müslüman değil. İslamiyeti öğrenmek de istemiyorum’’ demek, bunun için AİHM e başvurmak gelmemişken onun döneminde ‘’Zorunlu Din Dersine Hayır’’ Kampanyaları, yürüyüş ve mitingleri tertip edilmiştir.
Oysa 1982 Anayasası ile gelmiştir zorunlu din dersi… O anayasanın 24. Maddesi der ki:
……… Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.
Yani kısaca, Din Derslerini zorunlu ders yapan Recep Tayyip Erdoğan değil, Kenan Evren’dir.
Kenan Evren’den Recep Tayyip Erdoğan’a
1 Kez Bülent Ulusu, 2 Kez Turgut Özal, 1 Kez Yıldırım Akbulut, 3 Kez Mesut Yılmaz, 1 Kez Süleyman Demirel, 3 Kez Tansu Çiller, 1 Kez Necmettin Erbakan, 2 Kez Bülent Ecevit başkanlığında olmak üzere toplamda on dört hükumet gelmiş gitmiştir.
İmam Hatip Liselerini bitme noktasına getiren Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz bile anayasanın bu 24. Maddesine dokunmamışken bu maddenin kaldırılmasını Recep Tayyip Erdoğan’dan istemek, gelip geçen 14 hükumet döneminde ‘’ Zorunlu din eğitimine hayır’’ demeyi akledemeyenlerin bu dönemde nihayet uyanmış (!) olmalarını anlamak da en azından benim açımdan oldukça zordur.
Neyse…Gelelim Kenan Paşa Din Dersini neden zorunlu dersler arasına soktu, sokmakla da kalmadı bu hususu anayasanın bir maddesi yaptı?’’ Sorusunun cevabına…
Kanal A Genel Yayın yönetmeni Alper Tan’ın bir tv prormanında Sarp Kuray ile konuşmasından pasajlar…Sarp Kuray anlatıyor:
"Kenan Evren din dersinin nasıl zorunlu hale geldiğini bir akademisyen arkadaşa anlatmış o da bana anlatmıştı. 1982 Anayasası hazırlanmış Cumhurbaşkanının masasında duruyor işte o okuyacak ve onay verecek. O aşamada beklerken Kurban Bayramı geliyor. O zaman Kenan Evren zannediyorum köşkte kurban edilmek üzere 3 tane koyun almış, birisi kendisine diğeri eşine diğeri ise kızı ve damadına... Kurban namazı kılarmış kesmeden önce. Kurban kesiliyor. O sırada damat ortalıkta dolaşıyor. ( Bu damadın Mit üyesi damat Erkan Gürvit mi yoksa TKP üyesi olan damat Maksut Göksu mu olduğu belirtilmemiş.) Kenan Evren damadına "Haydi sen de vekaletini ver senin de kurbanın kesilsin" diyor. Ama damat oralı olmuyor ortalıkta geziniyor. Sonra Evren tekrar soruyor "vekaletini verdin mi" diye... Damat, "Efendim bugün pazar ve noterler kapalı’’ diyor. Yani kurban kesmek için verilecek vekaletin noterden alınacağını zannediyor. Evren ‘’Peki sen abdest al da namazını kıl da gel’’ diyor. Damat bu sefer de "Ben abdest almayı bilmiyorum" diyor. Evren bu olay sonucunda gidip kendi eliyle anayasaya yazıyor." ……… Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. ……….’’
Bu tabii ki absürt bir hikaye…
Esas itibariyle Kenan Evren’in amacı oldukça farklıdır. Bu amacın gerekçesi içinde yukarıdaki hikayeye benzer bir şeyin payı var mıdır yok mudur bilinmez ama her şeyden önce Kenan Evren 1982 yılında cereyan ettiği söylenen bir olaydan çok daha önce Din ve Ahlak derslerinin zorunlu dersler olarak okutulmasını düşünmekteydi zaten. Şöyle ki:
Kenan Evren, 24 Temmuz 1981 yılında Erzurum’da yaptığı konuşmada, din öğretiminin gizli yollarla yapılmasına güvenilmemesini, din öğretiminin bundan sonra devlet okullarında zorunlu olarak okutulacağını ilân etmiştir. Anayasada yer alacak olan bu durumu şöyle ifade etmiştir:
“… Çocuklarını devletin okullarına göndermeyip, gizli yerlerde Kuran kursu açan cahil kişilere teslim eden anne ve babalara sesleniyorum.”Bunu yapmaya hakkınız yoktur. O çocuk ileride sizin yaşınıza geldiğinde, size belki lânet edecektir. Bu vebal altında kalmamanız için, çocuğunuzu devletin okullarında okutunuz. Kız erkek ayırımı yapmadan okutunuz. Artık yeni aldığımız bir kararla, ilk ve ortaokullara, liselere mecburi din dersi konacaktır. Bu suretle çocuklarımız din bilgisini bu okullarda alacaklardır. Bugün batılı ülkelerin çoğunda okullar din dersi vermektedir. Laikliğin dinsizlik demek olmadığını muhtelif vesilelerle dile getirmiştim. Okullarımıza mecburi din dersi koymakla laikliğe aykırı davranmış olmayız. Atatürk de “dini cehlin elinden alıp ehlin eline vermek gerekir” demiş ve Tevhidi Tedrisat Kanununu çıkarmıştır. Bunun içindir ki, okullarımıza din dersi koyacağız, ama müsaadesiz Kuran kurslarıyla da amansız mücadele edeceğiz.”
Evren, 12 Eylül 1981 tarihinde radyo ve televizyonda yaptığı konuşmasında, alınan bu kararı bir defa daha ilan etmiştir:
“… Kişinin, ailenin ve toplumun ihtiyacı olan din öğretimi ve eğitimi düzenli bir şekilde, devletin denetimi ve gözetiminde, ilkokul, ortaokul ve liselerde 1982-83 öğretim yılından itibaren zorunlu ders olarak okutulmaya başlanacaktır.”
Yani bence olayın 1982deki bir kurban kesme, vekalet, namaz kılmamayı bilmeme olayı ile uzak yakın bir alakası yoktur.
RESİMLER
1-Sultan Vahdettin’in tabutu köşkün salonunda bekletiliyor.
2-Sultan Vahdettin’in tabutu köşkün arka bahçesinden kaçırılırken
3-Sultan Vahdettin’in tabutu Şam’da Yavuz Selim Camiinde Bekletilirken.
4- Sultan Vahdettin’in mezarı ( Soldaki.)
Diğer resimler de ‘’Zorunlu Din Dersine Hayır ‘’ Kampanyalarından bazıları.