2
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
703
Okunma
Önceden de çok sövmüştüm. Fabrikalara yaklaşınca, işçi tulumlarını düşününce daha çok. Ağız ıslaklığına, boğaz tokluğuna, demirin kızılına, romanlardaki koyup gitmelere. Rakı sofralarında ya da çayhanelerde. Hiç farketmemişti nerede olduğum. Otobüsün dar koridorunda kadını köşeye sıkıştırana, aykırı görünüşlü diye ona buna çamur atana.
Masal anlatmayı da unutmadan, ve fakat özensizce bazan, sövmüştüm işte. Dudaklarım küfür kekresine alışıktır vesselam.
Caddenin karşısında bir simitçi durur. Cadde. Her cadde gibi öylece. Tranvayın kavruk teni hariç, bütün caddelere benzeyen. Üstü örtülü açık pek çok ayak izini barındıran. Sabah ya şimdi, demli çay ve simit gelmeli kurulmalıdır taş köşeme. Fakat ne mümkün? Simitçiyi bulması namümkün.
Meğer bizim simitçi devlet ricalinden bazı zatlar önünden geçmekte iken, çıkartıvermiş ağzındaki baklayı. Sen misin söyleyen? Eeee artık en az yapılması lâzım gelen şey söylemek olduğuna göre, susturmuşlar simitçinin sesini. Epeyce bir ağlamış sızlamış. Efendim küfrümün istikameti zat-ı şahaneleriniz değil idi dedi ise de, yetmemiş derdini anlatmasına.
Şimdi demli çayım demli olmasına da, simitsizim. Kıvamı da eksilmedi sövkülerimin. Madem kaçıp saklanmanın faydası da yok, öyle ise dudaklarıma bir küfürlük mesafedeyim...