9
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1205
Okunma

Gündelik yaşamda hatta medya’da eleştirmek iddiası taşıyan, müşkül şu ki elleşmekten öteye gitmeyen ya da tenkid yapayım derken Billy the Kid’den ilhamla sağa sola rastgele ateş açan western kaçağı bir zihniyetin mevcudiyetinden söz etmek acep mübalağa mıdır? Demem o ki, temel sorunsalı “kahraman şerif” olmasa “posta arabası”nı kimin koruyacağı meçhul bir neslin evladıdır onlar.
Yine “insan bilmediğinin düşmanıdır” sözü misali durumlar insanoğlunun tutum ve davranışlarında karşılığını bulabilmektedir. Bu neden olur peki? İnsan, benliğiyle kuşatılmış çünkü. Ego baskısı insan varlığını farklı derecelerde etkileyebilmektedir.
Bir bakıma ego, yüksek rakımlı bir tepe misalidir de giderek irtifa kaybeder ve boz bir kırda seyreder. Buna karşın yaşamın gerçekliği bunun muhakkak surette idrak edildiğini göstermiyor. Açıktır ki, insan psikolojisi kendi bulunduğu konumu yüksek tutmaya güçlüklerinden dem vurmaya müsaittir. O konumun gerektirdiği meziyetler ve bu hususiyetleri elde etmek için gerekli eza cefanın derecesi de insanın kendisini ve başkalarını değerlendirip mukayese etmesi üzerinde etkili olabilir. Benzer olanla farklı olanın hakkaniyet ölçüsünde kıyaslanmasını güçleştirebilir. Bu çerçevede kendi bulunduğu noktanın zorluklarından başkalarının sahip olduğu konumun ise kolaylıklarından, avantajlarından söz etmek daha kolay olacaktır.
Sözgelimi hayatın her sahasında bir alaylı-okullu tartışması vardır. Günümüzde bir mesleğin elde edilmesini mümkün kılan bir eğitim hiyerarşisi temel bir değere sahip olmaktadır. Ne var ki, eski devirlere doğru gidildikçe bu muhakkak bir gerçekliğe sahip olmayabilir de. Şu kadar ki, günümüzde bile mutlak bir değer teşkil etmeyebilir, etmeyecektir de. Mesleğin gerektirdiği formasyona sahip olan kişi bir şekilde yerleşik eğitime bağlı olmaksızın bu yetileri kişisel çabasıyla kazanmış olabilir mi? Hemde nasıl. Ya da o özelliklerin üst düzeyde taşındığı meclislerde bulunmak suretiyle.
Mesela bir akademik tarihçilik vardır, birde popüler tarihçilikten söz edebiliriz. Burada tarihi roman yazarlığıyla hatta tarih araştırmacılığı ile tarihçilik mesleğini birbirinden ayırmak gerektiği düşüncesindeyim. Bunun ötesinde elbette tarihçi sayılmak kaçınılmaz surette akademik bir filtreden geçmeye bağlı değildir.
Yahut askerlik mesleğinde çokça karşımıza çıkar bu alaylılık okulluluk bahsi, değil mi? Yakın tarihimizde İstiklal harbimiz düzleminde bunun sıkıntılarını yaşadığımız söylenebilir. Kuvayi Milliye döneminde alaylıların büyük emeği vardır hiç şüphesiz. Ancak düzenli orduya geçmeye sıra geldiğinde bu kesimin rahatsızlık duyduğu vakidir kimi. Hani dışlandıkları, tasfiyeye maruz kaldıkları misali duygular ve dışavurumları bugüne geldikçe bile yankılanır bazı. Öyleki bunların bazılarının okullu nice askerden daha ziyadesiyle başarı göstermiş olmaları da mümkündür.
Yine bizim edebiyat tarihimizde öyle kıymetler vardır üniversite ya da o devirde Darülfünun mezunu değildirler. Düzenli eğitim bağlamında ortaokul veya lise mezunudurlar. Ne ki, nice yüksek tahsilli yazarı, edibi cebinden de çıkarabilirler. İstisnalar kaideyi bozmaz diyene de; bu söz istisnaların varlığını ve yabana atılmayacağını gösterir naçizane demek durumundayım. Dahası insanı zenginleştirenler, kelimenin tam manasıyla besleyenler bu müstesna simalar da olabilir. Öyle ya; bir Peyami Safa’da bir Halide Edip’de okul bağlamında tahsil arayın gelinde.
Efendim! Gelelim şiirde tür, tarz meselesine. Hep söz edilen bir husus vardır. Matematiğin girmediği alan yoktur denir. Bu alanlar arasında şiirde hatırı sayılır ölçüde vardır. Geleneksel tarzlarımız olan aruz ve hece bu konuda tam hakkıyla söz sahibi olmaktadır.
Divan şiirimiz aruz kalıbına dayanır ve genel olarak Şeyh Galip ile noktayı koymuş bir tarz olmaktadır. Geçen asrın başlarında ise Yahya Kemal kanalıyla harlanacaktır. Üstadın yanı sıra Mehmet Akif ve Ahmet Haşim’in de aruzla yoğrulan bir duruş sergilediklerinden söz edilebilir. Günümüzde özenen ve taklidi çabalar efsaneyi ne kadar karşılar, taşır çok tartışma götürür kanımca. Açıkçası dilsel alanda geleneksel ve modern yapılanmamız arasındaki derin farklar da aruza günümüzde bireysel çabalar dışında zemin vermeyebilir.
Buna karşın hece için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Hani derim ki, geleneksel halk şiirimizle ya da Beş Hececiler ile türü sınırlandırmak mümkün mü? Bugün de güçlü ve etkin ürünler veren nice şairle karşılaşmak doğal ve kaçınılmazdır.
Artı, hecenin kudretinin devamı şiirimizin şeref levhası olmalıdır. Şiir bir sanat ve edebi sanatların, söz sanatlarının en incesi değil mi? Üstat Yahya Kemal’in onu “Şiir bir nağmedir. Şiir, nesirden bambaşka bir kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir.” şeklinde tanımlaması da pek meşhurdur.
Hal böyleyken aritmetiği, kafiyesi, uyak ve ayak sistemiyle Hece şiir tarihimizde anıt bir değere sahiptir. Bu öylesine gerçektir ki, şekil ve aritmetik ögelerin yalnızca çerçevelemeyip, zırh gibi kuşattığı klasik bir tarz olarak karşımıza dikildiği ölçüde muazzam bir ustalık gerektirip, hiç öyle klişeyi sevmem diyerek kestirilip atılacak gibi de durmamaktadır.
Bu durumu muhasebeye benzetmekte mümkündür. Nasıl ki, gelir gider borç alacak tablosunda denklik esas olup, kalemler arası bir iç dengeye oturmadığında dışarıdan suni müdahaleler mizanı sağlamıyor dahası nizamı bozuyorsa; hece şiirinde de matematik bir dengeye oturmakla sayıyı tutturmak arasındaki farklılık o kadar açık ki. Öyle ya sayıyı, kafiyeyi tutturmaya çalışan bu sefer duygu akışını, ahengi kaçırmaz mı? Efendim! Tam da bu yüzden şekli sağlayacağım diye duygu akışı doğal mecrasını yitiriyor eleştirileri peyda olmuyor mu? Sözüme mim koyun lütfen! Gerçek bir hececinin de hece olsun çamurdan olsun demesi kabil değil. Bunu ummak bile amiyane tabirle abesle iştigal olacaktır.
Açıktır ki, niyet bir yere kadar. Sözgelimi, ibadette niyet esas diye tadil-i erkân yok mudur? Evet niyet esastır. “aktörün sahnede kıldığı namaz namaz değildir, orada namaz sahnesi çekmek esas çünkü, kalkıp iyi ya! Bu vesileyle akşamı da aradan çıkarttım diyemez oyuncu” demişti vaktiyle bir hoca. Ne var ki, hayatta hiçbir şey de salt niyetle olmuyor gali. Şu kadar ki, hece kusurlarını türün kendisine mal etmekte uygun düşmez elbette.
Beri yandan serbest yazımında kıstaslara vurulması imkânsız değil kanımca. Günlük konuştuğunu şiir saymak olmamalı asla.
Adam diyor ki, adı üzerinde serbest bu kural aranmaz. Küllüm yanlış abim! Bu zatı muhteremlerin dediği serbest güreş usulüdür desek güreşe hakaret olur. Heceyi de grekoromen mi saymalı acep?
Halbuki serbestte de estetik, tasvir, betimleme, dizayn arayışları o kadar vardır ki. Hatta cinas, kafiye ögeleri zorlamalı olmamak, sırıtmamak kaydıyla serbestte de hoş durabilir. Hecenin eceleri olduğu gibi serbestin de bestleri vardır, hiç şüpheniz olmasın.
Sorun nedir biliyor musunuz?
Serbestin tarihimizde ilk ortaya çıktığı ve henüz emekleme, sıralama devrini yaşadığı dem nice kötü ürünler de verilir. Asırlarca koşan bir şiir geleneğinin yerini emeklemeye bırakması kendi başına hazindir de. Ne çare ki, bardağın dolu yanını görmekte mümkün. Sorulmaz mı? Dünyaya gelen her çocuk belirli periyotta yürümeyi öğrenmiyor mu sanki? Emekleme, sıralama aşamalarından geçerken düşe kalka yürümeye geçen bir bebeğin küçümsendiğini gördünüz mü siz hiç? Demek isterim ki, sanatı edebiyatı kurumsal, hiyerarşik engellere kurban etmek özgürlük algısını hiçe saydığı ölçüde sanatın özüne, doğasına da aykırı olacaktır.
Burada bir hususunda altını çizmeliyiz. Bugün edebi sayfalarda yazılan kimi serbestler erken dönem ürünlerin çoğuna on basar on. Gelişme, ilerleme apaçık bir gerçek olarak karşımızdadır hani.
Bir devrin “Garip” akımının verdiği ürünlerin çoğu kimse kusura bakmasın fasa fisodur nazarımda. Orhan Veli’yi mizahı kurtarabilir, bazen kurtarmaz da, genç yaşta ölümü ve ölüm şekli efsane kılar biraz da. Kendi hesabıma şairin şiirlerini bir başka ünlü sanatçımız Müşfik Kenter’den dinlediğimde asıl, meşhur tiyatro adamımızın büyüklüğünü gördüm. Şairin en vasati sözlerinin bile “ölüyü ayağa kaldırmak” misali usta bir sesin imbiğinden geçerek süzülüp billurlaştığını gözledim kendimce, ki Orhan Veli’den de tat almak hakkım saklıdır neme lazım.
Ancak dediğim gibi hayatın her alanında erken dönem sancıları vardır. Bu bağlamda, bir bebeğin yürüme egzersizlerini de yabana atmamalı kanaatimce. Kaldı ki bebek; zaman içerisinde serpilmiş, boy atmış, büyümüşte. Kemale ermeyi beklemektedir zannımca.
Diğer bir tartışma noktası ise omurga kavramı etrafında kendini gösterecektir. İnsan vücudunun bir iskelet üzerinde inşa olması misali şiirde de bir iskelet aranır mı? Açıktır ki, hece şiirinin oturduğu bir iskelet, bir omurga vardır. Bu hem heceyi kolay hem de zor kılar. Kolaylığı yönlendirici sabitlerinin olması. Zorluğu ise müessesevi ögeler üzerinde şiiri geliştirirken duygu akışını, ahengi, etkin bir anlatımı yakalamak noktasındadır.
Serbestte ise tanımlanmış bir omurga olmaması ilk bakışta tarzın kolaylığı iken kurallı bir yazımdan yanaysa şair; bir şiarı, duruşu varsa güçlük arz edecektir. Hani basite indirgeyen eleştirilerde olduğu gibi canım serbestte ne var kır düz yazıdaki cümleyi ortadan al sana şiir değildir gerçekte. Sabah kalktım başım ağrıyordu, hap almasam halim haraptı ya da hapı yutmuştum makamında günlük kıvamında yazılan saçmalıklar şiir midir? Ya da üç kuruşa beş köfte edebiyatına toplumcu şiir denilmesindeki garabet aklıma geliyor.
Hececi dostlarım yanlış anlamasın; heceyi aritmetik ve şekil şartlarını sağlamak, duygu akışı zayıf olsada kurtarabilir bir bakıma. Oysa serbestin tanımlanmış bir omurgasının olmaması mükemmeliyeti zaruri kılmaktadır.
Nihayet sözün özü; iyi bir hece bilgi ve zeminine sahip olmaksızın sağlam bir serbest şiirin inşa edilmesi de mümkün görünmüyor bana. Öyleki, zengin imgelerle yüklü çağdaş bir şiirin kuralsızlık temelinde yükselmeyeceği aşikârdır.
L.T.