5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
601
Okunma

Öteden beri bilimsellik, akılcılık, kuşkuculuk, dogma ve dogmatizm kavramları ülkemizde ilmi ve felsefi düzlemden uzaklaşarak daha doğrusu uzaklaştırılmak suretiyle verilebilmektedir. Hani politize edilerek toplum kesimleri sürekli bir ideolojik bombardumana tabi tutulmakta ya da maruz kalmaktadır. Bu yaklaşım biçimi kavramların asli hüviyetini önümüze koymaktan uzak olduğu gibi propaganda kavramını ziyadesiyle akla getirmektedir. Bu tutum ekseriyetle Atatürk ve çağdaşlık, modernlik kavramlaştırması dairesinde kendini gösterebilmektedir.
Öyle ise Atatürk’ün bilim ve din kavramları ve bunlara bağlı yan ögeler hakkında görüşlerinin serinkanlı biçimde değerlendirilmesi dün olduğu gibi bugün de temel bir ehemmiyete sahip olmaktadır. Açıkçası, birçok meselemizin çözümü bu alandaki sorunların çözümüne bağlı görünmektedir. Yine açıktır ki; karanlıkların her türlüsünden kurtulmak ışığa ihtiyaç gösterir. Zifiri karanlık bir ortamda bulunduğumuzu düşünelim. İlk anda gözümüz hiçbir şeyi seçmeyecektir. Az sonra gözlerimiz karanlığa intibak ettikçe içerideki yapıyı bir nebze fark ederiz. Kim bilir, sezinleriz belki de. Tam olarak ayrımına varabilir miyiz acaba? Bunu sağlayabilmek için ancak aydınlatıcı bir vasıtaya ihtiyaç duyarız. Bu vasıta gerçekte ilim ve irfandır. Olayları, olguları kavrayabilme, anlamına varabilme yetimiz öne çıkacaktır.
Vikipedi kaynaklı tanımları birlikte inceleyelim. Bilim veya ilim fiziki ve doğal evrenin yapısının ve hareketlerinin birtakım yöntemler (deney, düşünce ve/veya gözlemler) aracılığıyla sistematik bir şekilde incelenmesini de kapsayan entelektüel ve pratik çalışmalar bütünü olarak tanımlanır. Ne var ki, tam tersine olarak ilim ve bilimin farklı manalarda kullanıldığı da vakidir. Arapça kökenli bir kavram olan İlim, "bilmek, şuurda hasıl olmak, sağlam ve kesin bir biçimde, bir şeyin gerçeğini bilmek” şeklinde tanımlanır. İrfan kavramınında; bilme, anlama, sezme, kültür gibi karşılıkları bulunmaktadır. “Gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş, varış, varışlılık.” şeklinde tanımlandığı da görülebilir.
“Yoksa o, gece saatlerinde kalkan, secdeye kapanıp, ayakta durarak daima vazifesini yapan, ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi olur mu? De ki: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak temiz akıllı olanlar anlar.” şeklindeki Ayeti Kerime mealinde saf bilgi ya da günlük dilde ifade ettiğimiz üzere kuru bilgi değil, işlenmiş halin esas olduğu anlaşılabilir. Bilgiye sahip olmanın ötesinde, mana derinliği, vakıf olma, tatbikat ögeleri kuvvet kazanacaktır.
Yine “Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.” lafzındaki Ayeti Kerime mealinde de bilginin ve hatta ilmin salt kendisi değil özümsenmesi ve uygulanması esası vurgulanmaktadır.
Atatürk’ün “Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur. Cehalet kaldırılmadığı takdirde toplum yerinde kalıyor, yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir” sözü de pek muteberdir. Sözün özü, biraz da diğer milletlerin ilerlemesinde saklıdır. Başka bazı milletler ilerledikçe siz yerinizde saymakla gerçekte konum kaybedersiniz. Gerçektende fizik alanda eşyanın muhtelif halleri üzerinden derhal anlamına varabiliriz değil mi?
Diğer yandan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ya da açılımlı şekliyle “Dünya da herşey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” Sözü üzerinde de durabiliriz. Atatürk’ün bu sözü kimi zaman tartışılır. İlimden başka yol gösterici olmadığı dairesinde pozitivist bir yaklaşım olduğu öngörülür. Oysa dikkat edersek söz ilimden başka mürşit olmadığı değil en hakiki vurgusuna sahiptir. Gerçi devamında “İlim ve fen haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir” denilmektedir. Ancak devamının tek ibare değil başlangıç bölümünün perçinlenmesi olduğu o kadar açıktır ki. Demem odur ki; bir sözün anlamına varılmasında serinkanlı yaklaşabilmek çok hassas bir baremdir.
Kaldı ki, ilim kavramının genişliği dairesinde de düşünmek gerekir. Kavramın geleneksel ve tarihsel yapısı maddi ve manevi tüm sahaları içerisine alacaktır. Tam da bu noktada bir hatırat notunu aktarmakta fayda görürüm. Atatürk tarafından “İlahiyat Fakültesi” tesis ettirilir. Burada Tefsir, Hadis, Kelam ve Fıkıh gibi dini ilim şubelerinin okutulmasına muhalefet edenlere Atatürk; nasıl ki fen ve sosyal bilim eğitiminin müfredatı varsa din alanında en üst seviyede verilecek eğitimin bileşenleri arasında da islami ilim birimlerinin mevcudiyeti pek tabiidir demek suretiyle hakka ve hakikate işaret etmektedir. Dolayısıyla, insaflı bir bakışla Gazi Paşanın ilim kavramından anladıklarının salt pozitif ilimler olduğunu öne sürmek için elimizde hiçbir ciddi dayanak bulunmamaktadır.
Bir başka örnekle “Biz cahil dediğimiz zaman mutlaka okula gitmemiş olanları kastetmiyoruz. Kastettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de özellikle sizin içinizde görüldüğü gibi gerçeği gören gerçek bilginler çıkar.” Sözlerinden ne anlamalıyız? Şu kadar ki “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır” sözü de pek meşhur değil midir?
Bir diğer hususu da önemle belirtmeliyiz. Mustafa Kemal müspet ilim ve düşünceye değer ve ehemmiyet vermektedir. Her alanda hurafelere karşı çıkmaktadır. Mantık, metot, perspektif, tutarlılık ögelerini önemsemektedir. Ve değişimin tuzaklı bir kavram olduğunun farkındadır. İleriyede geriye de kapı ve pencere açabileceğini nazarı dikkate almakta, gözden uzak tutmamaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Din kavramı üzerine söylemleri ve yaklaşımları da türlü biçimlerde ele alınıp, değerlendirilmektedir. Sözgelimi, “Ben manevî miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır.” demesi neyi gösterir, ne anlamalıyız? Elbette bütüncül bir dünya görüşünün ifadesidir. Yine bu cümlede geçen her kavramın birbirinin yerine ikame edilemeyecek bir ağırlığı, bizatihi değeri olduğunu düşünüyorum.
Kuşkusuz virgül’ün, birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konduğu hususu noktasında itirazda bulunulabilir. Şüphe yok ki; tanımlamaya vakıf olmak babında örnek verebiliriz. Sözgelimi “Fırtınadan, soğuktan, karanlıktan ve biraz da korkudan sonra bu sıcak, aydınlık ve sevimli odanın havasında erir gibi oldum.” sözünde fırtına, soğuk, karanlık ve korku eş görevli olmakla beraber eş anlamlı oldukları da söylenebilir mi acep?
Bunun gibi; Ayet kavramı dinsel inanç ve değerlere, dogma kavramı felsefi önermelere, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural deyişi de siyasal yaşamda statükoculuk ve devrimci tutuculaşması gibi unsurlara dirsek teması yapmaktadır. Yoksa sanılabildiği gibi ayet ve dogma kavramları muhakkak surette birbirini teyit eden, biri öbürünün yerine geçer kavramlar değildir. Ayet bırakmıyorum demek suretiyle ilke ve devrimlerinin bir tür din olmadığını anlatmaktadır. Hani kimi zaman öne sürülebildiği gibi din kavramını özelde de İslamı reddetmek anlamı taşımamaktadır. Kendi söylemlerinin din olmadığını söylemek dini tümden red anlamına nasıl gelir ki?
Evet; Amerikan Büyükelçisinin bir anketine ve yönelttiği sorulara verdiği yanıtlarda, Allah’a inandığını ve tüm dinlere saygılı olduğunu dile getirmesi akla gelebilir. Ancak burada batı dünyasının bir temsilcisiyle yaptığı sohbette politik bir söylem geliştirdiğini düşünüyorum. Açıkçası, Dünya konjonktürünün hâkim kıldığı seküler değerlere sırt çevirmemektedir. Aksi takdirde Atatürk gibi inancı vicdani düzlemde karşılayan ve açıklayan bir insanın bu konudaki inanç ve kanaatlerini Amerikalı diplomatla paylaştığına inanmamız icap eder ki böylesi bir algı mantık sınırlarını cidden zorlayacaktır.
Kuşkusuz burada yaptığım değerlendirmeler de mutlak doğru değildir. Tartışılabilir, eleştirilebilir. Aksi, bu tanımlamaları yapan bendenizi de dogmatizmin kucağına düşürecektir.
Sözün özü şudur ki; önümüze gelen hangi konu olursa olsun bilimsel bir kuşkuculuğu, serinkanlılığı, tarafsızlığı değilse de objektifliği elden bırakmamalıyız. Nihayet bilgi birikiminin salt bir veri tabanı sağlayacağı hususuyla beraber, düşünsel derinliğe ve aydınlık bir zihne sahip olmanın temel değerini de unutmamak gerekmektedir.
L.T.