2
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
566
Okunma

Günlük hayatta bir kitabı hangi gerekçeler dâhilinde okuruz? İlk anda aklımıza gelenleri şu şekilde oluşturmak mümkündür. Yazarını, konusunu, yayınevini, üslûbunu beğenebiliriz. Popüler olmasından etkilenmiş olabiliriz. Ya da o anki ruh hâlimizi karşıladığı veya tavsiye edildiği için de olabilir. Hatta kapak tasarımı bile bir etken olarak düşünülebilir.
Peki, söz konusu kitap Orhan Pamuk’un “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” adlı eseri ise nasıl bir değerlendirme yaparız. Yukarıda belirttiğimiz unsurlar yanında, yazarın son dönemlerin tartışmalı isimlerinden biri olmasından etkilenmiş ve hatta Nobel ödülüne lâyık görülmesinin nedenlerini sorgulamak istemiş olabiliriz. Deyim yerindeyse, sırf edebi kudretiyle mi yoksa politik yapısıylada mı ödüllendirildi. Başka bir ifadeyle ödülü aldı mı, verildi mi?
Kendi açımdan bütün bu unsurların yanı sıra; İstanbul üzerine yazılmış anıların dayanılmaz bir hafifliği de oldu üzerimde. Sözünü ettiğim kitapta üç ana öge var. Orhan Pamuk’un çocukluk ve gençlik yılları, hatıralara zemin oluşturan İstanbul ve Edebiyat dünyasında İstanbul algısından söz edebiliriz. Gerçekten de son iki yüz yıl içerisinde yerli ve yabancı sanat ve edebiyat insanlarının İstanbul’u algılama biçimlerini yazarın penceresinden izlemekteyiz. Bu galeride bize Ahmet Rasim’den, Yahya Kemal’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Reşat Ekrem Koçu’ya, Abdülhak Şinasi Hisar’dan Orhan Veli Kanık’a, Edmondo de Amicis’den ressam Melling’e, Pierre Loti’den, Gustave Flaubert’e kadar birçok ünlü eşlik eder. Açıkçası bu son unsur beni ziyadesiyle harekete geçirmektedir. Burada söz konusu olan Yahya Kemal’in veya Orhan Veli’nin bir İstanbul şiirinden alabileceğimiz benzersiz tadın hangi edebi tonlarda ifade edildiğine duyduğum meraktır.
Kitabın sunduğu birincil öge; elbette yazarın çocukluk ve gençlik yılları olmaktadır. Mekân itibariyle baktığımızda İstanbul’ un Şişli ilçesinin Nişantaşı semtini karşımızda görürüz. Orhan Pamuk’un doğup büyüdüğü bölge bize Levanten bir çevreyi sunar. Fransızca kökenli kavram; ticaretle uğraşan Ortadoğulu, Yakındoğulu Müslüman olmayan burjuvazi anlamındadır. İstanbul, İzmir ya da diğer büyük liman kentlerinde yaşayan gayri müslim burjuvazi olmaktadır.
İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitapta da konu edilen sosyal çevre bize Orhan Pamuk’un ünlü bir yazarımız olarak zihin ve ruh dünyasının, politik ve kültürel eğilimlerinin altyapısını verir. Bu noktada yazarın, gerek söz konusu kitabı gerekse kendisiyle yapılan çeşitli röportajlara (bu röportajlardan örneklere “Öteki Renkler” başlıklı denemelerinde rast gelmek mümkün) verdiği yanıtlar bize fikir verecektir. Sözgelimi, okumuş olduğum böyle bir yazısında yazarın; yaşamını oluşturan ögelerin toplumumuzun büyük bir kısmını yansıtmayacak özellikler gösterdiğinden, gerek doğup yetiştiği sosyal çevrenin gerekse buna bağlı olarak şekillenen değerler yapısının marjinal özellikler gösterdiğinden söz ettiği görülür. Yine Orhan Pamuk’un Şişli Terakki Lisesinde azınlık ailelerin çocukları ile birlikte eğitim gördüğü hususu önemli bir biyografi notudur bence.
Kitabın sunduğu ikinci öge; genel bir İstanbul algısı, mekân tasvirleri ile birlikte Ara Güler başta olmak üzere çeşitli fotoğraf sanatçılarına dayalı paylaşılan siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları olmaktadır. Şüphesiz, bu fotoğraflara bakmak doyumsuz bir lezzettir. Sözgelimi, bir kış günü kar altında Galata Köprüsü ya da İstanbul’un arka semtlerinde kalmış tarihi özelliklere sahip sokak ve ev görüntülerinden oluşan eski İstanbul manzaraları bu ünlü fotoğraf sanatçılarına karşı da şükran duymamıza vesile olmaktadır.
Orhan Pamuk’un mimarlık eğitimi görmüş olması da, mekân algısı ve tasvirleri üzerinde etkisini gösterir. Yazar, İstanbul’un tarihi özelliklerinin en iyi algılanacağı yerin Beyoğlu (Pera) bölgesinin bir bölümü olduğundan bahseder. Peranın belirli bir bölümünden izlenecek İstanbul’un bir yanda Boğazı ve Marmara’yı, diğer yanda Galata bölgesini ve tarihi yarımadayla birlikte Haliç’i, karşıdan doğru da Kadıköy ve Üsküdar’ı bize sunacağını vurgular. Yani; kuzeyden doğru bakıldığı zaman İstanbul’a doğru bir noktadan bakıldığını dile getirir. Oysa güneyden, Marmara’dan doğru İstanbul’a deniz yoluyla yaklaşanların doğru bir açıya sahip olamayacağı üzerinde durur.
Bu satırları okuduğumda; çocukluk yıllarımdan itibaren sıkça Yalova ve Adalar üzerinden İstanbul’u selamlamış biri olarak nasıl mahzunlaştığımı sanırım tahmin edersiniz. Gerçi, yazarımızın haklılık payı yok değil. Kuzeyden uygun bir açıdan İstanbul’u izlemenin kentin doğal yapısına ve tarihsel dönemlerine hâkimiyet sağlayacağı inkâr edilemez. Hele, 80’lerin ilk yarısını oluşturan yıllarda Haydarpaşa açıklarında kırık dökük İndependenta mezbeleliğini seyrederek İstanbul’a yaklaşmanın benliğimin bir köşesinde bıraktığı negatif izdüşüm aklıma geliyor da.
Ne ki, güneyden almanın illa Marmara’dan doğru vapurla yaklaşmak olmayacağı da o kadar açık ki. Açıkçası, bir yaz gecesi mehtapta tül misali samanyolunun alnında Çamlıca’dan izlenecek şıkır şıkır inci gerdanlığa ne dersiniz acep?
L.T.