3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
498
Okunma

Öğrencilik yıllarımda Türkçemizi kullanma hususunda bazı öğretmenlerimin gösterdikleri kimi yaklaşımlarla bende yer ettiklerinden söz edebilirim. Sözgelimi, orta üçüncü sınıfta Türkçe ve Fen bilgisi derslerimize giren öğretmenlerimizin kelimeler üzerinde zıt yönde hassasiyet gösterdiklerini hatırlarım. Türkçe dersimize giren hanım öğretmen arı dil kavramını kullanmaktadır. Açıkçası dilde özleşmeye, arılaşmaya önem verdiğini belirtmektedir.
Kendi hesabıma dilde özleşmeci anlayışın, Atatürk’ün öncülüğünde dil alanında yapılan yenileşme hareketine ne ölçüde uyduğu konusunu hep sorgularım. Bu konuda yaşanan olumsuzlukları vurgulamak açısından; Üniversite yıllarında gördüğümüz Muzaffer Sencer ve Yakut Irmak tarafından kaleme alınan “Toplum Bilimlerinde Yöntem” adlı ders kitabımızı takip edebilmek için yanında Öztürkçe sözlük kullandığım aklıma gelir. Elbette Sosyal Bilimlerin terminolojisi dâhilinde latince kelimelerle karşılaşmak doğaldır. Ancak bunun haricinde birçok kelimede yeni yeni terimler üretmek doğru bir yaklaşım mıdır acaba? Yine, ünlü bir şairimizin mucize yerine tansık kavramını önerdiğini hatırlarım. Bu tip yaklaşımları zorlamalı bulduğumu söylemeliyim. Öyle ya asırlara mal olmuş, kullanılagelmiş bir kavramdan söz ediyorsak.
Peki, Türkçe’nin ölçüsü nedir? Ünlü şairlerimizden Yahya Kemal’in İstanbul Türkçesini kıstas alırken kullandığı bir tâbir dikkat çekicidir. İstanbul efendileriyle, İstanbul hanımlarının konuşmaları şeklinde yaptığı tanımdan söz ediyorum. Yine şair, “İdrâk ettim ki İstanbul konuşması, kitâbet lisânının kelimelerini çoktan değiştirmiş ve kendi zevkine göre Türkleştirmiştir” der.
1930’lu yıllarda Atatürk’ün talimatıyla yöresel ağızlar üzerine derlemeler ve sözlükler hazırlandığı da aklımıza gelebilir. Sözgelimi Ömer Asım Aksoy tarafından hazırlanan “Gaziantep Ağızları Sözlüğü” gibi. Bu anlamda baktığımda Atatürk’ün dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma yönündeki talimatını, dilimizde geçmiş çağlardan gelen hiçbir yabancı kökenli kelime bulunmayacağı yönünde anlamlandırmayı doğru bulduğumu söyleyemem. Sözüme mim koyun lütfen! Bu sözle ifade edilen ve eleştirilen husus herhangi bir dilin Türkçe üzerinde hâkimiyet kurmasıdır.
Efendim! Asıl itibariyle alırsak; bu tartışmalar o dönemde yeni değildir. Osmanlının son dönemlerinde de özellikle Servet-i Fünun akımının etkisiyle ağdalı bir Osmanlıca yönelimi karşısında Türkçülük cereyanının yönlendirmesiyle Türkçecilik anlayışı gelişecektir. Milli Edebiyat akımının kolları olan Genç Kalemler ve Beş Hececiler grupları Türkçe ile edebiyat yapılabileceği hususu üzerinde önemle durmaktadır.
Bizde zaman zaman “Amerika’yı yeniden keşfetmek” örneği tavır ve yaklaşımlar üretildiği görülebilir. Bir fıkra bu durumu daha güzel ortaya koyabilir. “Genç bir yazar adayı yazdığı romanın müsveddesini eleştirmene sunar. Eleştirmen metni okuduktan sonra ‘ eserinizde yeni ve doğru birçok fikre rastladım. Ancak müşkül şu ki; fikirlerinizden doğru olanlar yeni değil, yeni olanlar ise doğru değil’ ” diyecektir.
Bu açıdan baktığımda Dil Devrimi ile beraber Türkçecilik fikrinin yeni ortaya çıktığını ve emekleme, sıralama aşamalarından geçtiğini düşünmek bizi yanıltacaktır. Tam tersine Atatürk’ten sonraki dönemlerde Özleşmecilik akımının gösterdiği yaklaşımların getirisinin dilde emekleme olacağını düşünürüm. Bu anlamda Türkçe ile uydurmacayı birbirinden ayırmak gerekir derim.
Bu hususları bir fıkra ile bağlamak istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir mecliste Dil Devrimi konusu tartışılır. Değişik görüşler öne sürülür. O ortamda bulunanlardan biri olan Yahya Kemal, “Bence der; Halkımız bir sözü söylerken anlamına en uygun şekilde ifade etmekte. Sözgelimi halkımız profesör kelimesini profesür şeklinde telaffuz eder. Zaten bizdeki profesörlerin ekseriyeti de profesür değil midir ?”
Yine okul yıllarımıza dönersem; Fen bilgisi öğretmenimiz ise geleneksel kelimelerin kullanılması yönünde hassasiyet göstermektedir. Ben kendi hesabıma şunu hep düşünürüm. Bir fen bilgisi öğretmeninin alanındaki terminoloji üzerinde durması ne kadar gerekirse, günlük kelimeler üzerinde durması ve hele ki verdiği notlara yansıtması o kadar yanlıştır. Sözgelimi, örneğin kelimesini ısrarla kullanan bir öğrenciye takması ve hatta bir sözlüde sorduğu soruya cevap veremeyince bu öğrenciye seni bir şartla geçiririm, şarkı söylersen demesi, buna karşın öğrencinin dersimiz müzik dersi değil ki hocam neden şarkı söyleyeyim demesi ilginç bir olaylar zincirini karşımıza çıkarır. Açıkçası, bir öğretmen Profili yönüyle de hazin bir durum değil midir?
Diğer yandan, üstte yer verdiğim Toplum Bilimlerinde Yöntem adlı; şüphesiz meslek alanında ciddi birikimin ürünü eseri izlerken yaşadığımız durum misali bir örneği de farklı bir dersi okurken yaşadığımı söylemeliyim. Evet, birinci sınıfta gördüğümüz şimdi artık hayatta olmayan bir sosyal bilimci Amiran Kurtkan Bilgiseven’e ait Genel Sosyoloji adlı alanında kapsamlı bilgiler veren eseri okurken de Osmanlıca’dan Türkçeye sözlük kullandığım gelir aklıma. Bakın dikkat ederseniz sosyoloji sözlüğü türü, mesleki terminolojiyi kapsayan bir eser değil bahsettiğim. Demem o ki; bilimsel olmanın ölçütlerinden birinin de sanki anlaşılmazlık olduğu havası estirilir.
Kuşkusuz burada kimi öğretmenlerin, hocaların, yazarların münferit varlığına bağlı hususlardan söz ettiğim algısı da oluşabilir. Oysa dillendirdiğim durumlar; kuşaklar boyu yaşanan problemlerin, insanların ferdi varlığı üzerinde olgusal temelde meydana getirdiği tahribat ve olumsuzluklardır.
Tüm bu hususlar doğrultusunda düşündüğümde; Türkçemizi sevmek ve sahip çıkmak kadar, doğru tanımlamalar etrafında birleşmekte hayati değer taşımaktadır. Unutmamak gerekir ki; ülkemizi Kaos ve kargaşa ortamına sürükleme çabalarının temel araçlarından birisi de dil üzerine geliştirilen Spekülatif yaklaşımlar olmaktadır.
L.T.