14
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1477
Okunma

18 Şubat 2016 Tarihinde Türkiye’de iki gazetenin( Zaman ve Cumhuriyet ) başlıkları aynıydı: ‘’Devletin Kalbine bomba’’
Evet, Ankara, devletin kalbiydi ve evet devletin kalbinde bir intihar eylemi yapılmış, bu eylem sonucu da çoğu askeri personel olan 28 canımız hayata gözlerini yumarken 61 canımız da yaralanmıştı.
Sözde birbirlerine tamamen zıt görüş ve düşünüşte olan iki gazetenin aynı anda harfi harfine aynı başlığı atmaları ilginçti. Aslında bu iki gazete 16 Şubatta da aynı manşeti kullanmıştı: ‘’Azez Düğümü’’
Hani ‘’Şeytan ayrıntıda gizlidir’’ Deriz ama bu ayrıntıya pek de kafamızı takmadık çünkü yaramız ve o yaranın doğurduğu acı büyüktü.
Artık her yerde, her ortamda Devletin kalbine konan bu bombayı konuşur olduk. Evet bir taraftan televizyonlarımızdaki dizileri, eğlence ve magazin programlarını seyretmeye devam ettik, bir yandan da bu bombaları konuştuk. Asıl faillerini, asıl suçlularını konuştuk.
Belki bir iki gün daha konuşacağız. Hatta şimdiden tekrar normal hayatlarımıza döndük bile. Yani bu büyük acının üzerinden daha üç gün geçmiş olmasına rağmen kıçımızın kıllarının ağardığına bakmadan en büyük derdimiz olan aşk meşk işlerimize yani aslî vazifelerimize(!) dönüş yaptık. Nasılsa bu iki gün içinde tüm kurtuluş çarelerini ortaya koymuş, bol bol ağlama ikonları, yas tutmaya davet mesajları, suçlanması gereken her kim varsa suçlama, Aziz Atatürk’ün ruhaniyetinden yardım talepleri, öfke patlamaları, kin kusma, hele hele de buzlu biralarımızı, mis gibi anason kokan rakılarımızı veyahut demli çaylarımızı yudumlarken ‘’ Uyan Türkiyem’’ de yazmıştık face book sayfalarımıza ve milleti uyanmaya davet etmiştik.
Dahası içimizdeki akiller, ‘’ Silahlı kuvvetler bi bok yiyemiyorlar. Bundan sonra iş silahsız kuvvatlere düşüyor’’ Diyerek Mayıs Ayıyla birlikte bizleri yeni bir Gezi kıyamına davet eden abilemiz de vardı. Tencere-tava setlerimizin vitrin raflarından indirileceği günleri sabırsızlıkla beklemeye başladık.
Haa unutmadan. Karikatürler de çizdik devletimizin ne kadar aciz olduğunu tüm dünya görsün de üstümüze kargalar bile gülsün diye.
Evet..En önemlisi de buydu işte. Ne kadar aciz bir devlet olduğumuzu dünya aleme ilan etmeliydik.
Gerçi millet olarak aciz değildik. Ahh ahhh bir uyanabilsek dünyanın anasını amuda dikerdik ama ısrarla, inatla uyumaya devam ediyorduk.
‘’O değil de eskiden biz böyle değildik yahu. Ne demekmiş memleketin göbeğinde intihar eylemi. O zamalar bizim MİTimiz, İç İşleri bakanlığımız, Emniyet Müdürlüklerimiz daha eylem yapılmadan şak diye enselerdi teröristi.’’ Diye geçmiş günleri özlemle yâd ettik.
Öyle ya
30 Haziran 1996 da Zeynep Kınacı adlı pkk teröristi Tunceli’de canlı bomba eylemi yaparak 9 asker ve polisi öldürmemiş, 29 kişiyi de yaralamamıştı (!)
25 Ekim 1996 da Leyla Kaplan adlı terörist Adana’da canlı bomba eyleminde 4 Polis, bir sivil vatandaşı öldürmemiş, 18 kişiyi de yaralamamıştı.(!)
29 Ekim 1996 da Güler Otaş adlı pkk lı kadın canlı bomba Sivas’ta altı kişi öldürüp on kişi yaralamamıştı(!)
Fatma Özen, Hüsniye Oruç, Hamdiye Kapan, Maral Maymak, Tacettin Şahin, Semiha Kılıç, Baki Tatlı, Gültekin Koç, Uğur Bülbül adlı teröristler de 1998-2001 yılları arasında herhangi bir canlı bomba eylemi yapmamışlardı(!) Bu tür eylemler sadece ve sadece 3 Kasım 2002 den sonra olmuştu.
Ayrıca dünyanın büyük devletleri bu tür terörist eylemlere karşı ne güzel önlemler alıyorlardı.
Durun bir bakayım. Mesela:
21 Aralık 1988 de Londra Heathrow Havalimanı’ndan New York John F. Kennedy Uluslararası Havaalanı’na sefer yapan Pan Am Havayolları’na ait Boeing 747-121 tipi uçağı patlatılmamış, 243 yolcu ve 16 mürettebatın tümü yaşamını yitirmemişti(!)
19 Eylül 1989 da Fransız UTA uçağında Bilma yakınında bomba patlaması sonucunda 171 kişi ölmemişti(!)
20 Mart 1995’te Japonya’da Tokyo metrosuna yapılan saldırıda 12 kişi ölmemişti(!)
19 Nisan 1995 de ABD de - Oklahoma City’ de Federal Binanın bomba yüklü kamyonla kısmen çökmesi ile sonuçlanan saldırıda 169 kişi ölmemiş, 675 kişi de yaralanmamıştı (!)
14-19 Haziran 1995 de Stavropol, Rusya’da Hastanede rehine alma eylemi ve iki başarısız kurtarma operasyonu neticesinde ÖLÜ: 143, YARALI: 435 değildi (!)
07.08.1998 da Kenya’da ABD Elçiliğine yapılan bombalı saldırıda 303 ölü, 4954 yaralı yoktu (!)
13 Eylül 1999 - Moskova, Rusya - Bir Apartmanın bombalanması sonucu - ÖLÜ: 130, YARALI: 150 değildi (!)
11 Eylül 2001 – ABD, New York’ta asla böyle bir olay olmadı: Ne demek yani CİA gibi, FBI gibi dünyanın en büyük haber alma ve polis teşkilatının olduğu ülkede sonucu 2993 ölü, 8900 yaralı olan bir terörist saldırı (!) Böyle şeyler ancak bizim ülkemizde olur. Çünkü biz aciziz ya da baştakilerimiz uyuyor. Onların ki öyle mi? Hele de bu terörist uçaklardan birinin Pentagon’a çarpması? Yok, böyle bir şey olmadı. Olsaydı devlet başkanları anında istifa ederdi. Bizimkiler gibi koltuklarına çakılıp kalmazlardı (!)
Şunlar da asla yaşanmadı tabii ki:
23-26 Ekim 2002 - Moskova, Rusya - Tiyatro’da rehine alma ve kurtarma operasyonu. ÖLÜ: 170, YARALI: 656 (Ölen 41 terörist dahil).
19 Ağustos 2002 - Khankala, Çeçenistan, Rusya -- Rus birliğini taşıyan MI-26 helikopterinin roketle inişten kısa süre önce düşürülmesi- ÖLÜ: 127, YARALI: 14
11 Mart 2004 - Madrid, İspanya. 4 trenin bombalanması. 191 ölü, 1876 yaralı
1-3 Eylül 2004 - Beslan, Kuzey Osetya. Beslan okul katliamı , 372 ölü, 747 kişi yaralı
7 Temmuz 2005 Tarihinde Londra’da dört ayrı metro istasyonu ve bir çiftkatlı otobüse saldırı sonucu yüzlerce ölü…
13 Kasım 2015- Paris Metrosu ve başka yerlere yapılan saldırılar: saldırılarda 129 ölü,352 yaralı…
Bunların hiç biri yaşanmadı(!) o gelişmiş ülkelede. Yaşansaydı duyardık hükümetlerinin istifa ettiğini. Ya da en azından onların mizah dergilerinde de devletleriyle alay eden karikatürler görebilirdik. Hatta yayın yasağı filan da görme imkanımız olurdu belki ama görmedik(!)
Neyse…Ben sözlerimi Nutuktan, yaptığım bir alıntıyla devam ettireyim.
Atatürk diyor ki:
‘’……..Düşünülen kurtuluş çareler: Efendiler, müsaade buyurursanız size bir sual sorayım: Bu vaziyet karşısında halâs için, nasıl bir karar varidi hâtır olabilirdi?
İzah ettiğim malûmat ve müşahedata göre üç nevi karar ortaya atılmıştı:
Birincisi, İngiltere himayesini talebetmek.
İkincisi, Amerika mandasını talebetmek.
Bu iki nevi karar sahipleri, Osmanlı Devletinin bir kül halinde muhafazasını düşünenlerdir. Osmanlı memalikinin muhtelif devletler beyninde taksiminden ise kül halinde, bir devletin tahtı himayesinde bulundurmayı tercih edenlerdir.
Üçüncü karar: mahallî halâs çarelerine matuftur. Meselâ; bazı mıntakalar, kendilerinin Osmanlı Devletinden fekkedileceği nazariyesine karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine tevessül ediyor. Bazı mıntakalar da, Osmanlı Devletinin imha ve Osmanlı memleketlerinin taksim olunacağını emrivaki kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Bu üç nevi kararın esbabı mucibesi vermiş olduğum izahat mevanında mevcuttur.
Benim kararım : Efendiler, ben, bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü, bu kararların istinadettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassız idi. Hakikati halde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, padişah, halife, hükümet, bunlar hepsi medlûlü kalmamış birtakım bimana elfazdan ibaretti.
Nenin ve kimin masuniyeti için kimden ve ne muavenet talebolunmak isteniyordu?
O halde ciddî ve hakiki karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyeti milliyeye müstenit, bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek!
İşte, daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsunda Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar bu karar olmuştur.
B u kararın istinad ettiği en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi:
Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak istiklâli tamme malikiyetle temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istiklâlden mahrum bir millet, be- şeriyeti mütemedcnae muvacehesinde uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye kesbi liyakat edemez.
Ecnebi bir devletsı himaye ve sahabetini kabul etmek insanlık evsafından mahrumiyeti, aczü meskeneti itiraftan başka bir şey değildir. Filhakika bu derekeye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir ecnebi efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki Türkün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır!
Binaenaleyh, YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM !
İşte halâsı hakiki istiyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın tatbikatında ademi muvaffakiyete duçar olunacağını farz edelim! Ne olacaktı? Esaret!
Peki Efendim. Diğer kararlara mutavaat halinde netice bunun aynı değil miydi! Şu fark ile ki, istiklâli için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla müteselli olur ve bittabi esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran yâr ve ağyar nazarındaki mevkii farklı olur…..’’
1919 larda ‘’Ya İstiklal Ya Ölüm ‘’Demişiz.
2016 da ölümden mi korkuyoruz yani? Nedir bu telaş? Nedir bu ürkeklik, korkaklık? Askere gönderdiğimiz evlatlarımızı düğünle, bayramla o ocağa gönderen bizlere ne oldu böyle? Neden boyunlarımızı eğdik?
Biz mi düşünmeliyiz kara kara,yoksa düşmanlarımız mı?
Bence onlar düşünsün. Neden mi?
Kısa bir anıyla noktalayayım da herkes anlasın neden düşmanlarımızın ‘’ Ne olacak bundan sonra?’’ Diye düşünmeleri gerektiğini.
2004 yılında bir gün büyük oğlum neşeyle geldi eve.
-Baba ben askerliğimi iki sene tecil ettirdim.
Öfkeyle fırladım yerimden.
-Sebep? O iki senede ne halt etmeyi düşünüyorsun ki askerliğini tecil ettirdin?
-Kpss ye çalışacağım.
-Neyse…Hoşuma gitmedi ama yine de makul ve mantıklı bir sebep.
İşte bu süre zarfında ailem dağılmaya başlamıştı. Bir gün oğlum yine geldi.
-Baba ben tecili kaldırdım. Askere gidiyorum.
Sessiz sedasız, arkasından sadece dua ederek gönderdik askere. O asker iken bir küçüğünün de teskere almasına bir kaç ay kalmıştı. Yani her iki oğlum da asker. Bu arada benim evlilikte ipler kopma noktasında. Hatta resmen kopmasa da fiiliyatta kopmuş vaziyette.
Büyük oğluma asker ocağında annesi ve benimle ilgili olarak kötü havadisler gittikçe iyice morali bozuldu tabii ki ve bir gün bana telefon etti.
-Baba ! Bir taraftan askerliğin zorluğu, bir taraftan sizin durumunuz. Ben dayanamıyorum artık. Kaçacağım askerlikten?
Çok şaşırdım ama tek bir cevabım oldu:
-Oğlum ! Bana tabut içinde cenazen gelsin, yeter ki askerden kaçtı haberin gelmesin. Sana bunu söylüyorum, başka da bir söz etmiyorum.
Çok şükür tabut içinde cenazesi de gelmedi, ‘’Askerden kaçtı’’ haberi de…
Şimdi anladınız mı neden düşmanın korkması gerektiğini.
Çünkü biz ölümden korkan, ürken bir millet değiliz.
Öyle yasmış, matemmiş onları da silin lügatlarınızdan. Yas,ölünün arkasından tutulur. Onlar ölü mü ki arkasından yas tutuyorsunuz.
‘’ Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.’’ ( Bakara suresi 154. Ayet ) Ayetine imanınıza ne oldu?
Her ne kadar sosyal paylaşım sitelerine ve bizim sevgili medyamıza(!) bakacak olursanız ‘’Ölmüşüz, ağlayanımız yok’’ ise de Türk Milleti Türk’ün asıl güç ve enerjisinin o sosyal paylaşım sitelerinde ve sevgili(!) bazı medya organlarımızda paylaşıldığından çok daha farklı olduğunu pek çok kez gösterdi. Oralardaki bezgin, yılgın, kafası süngerleşmiş beyinlere bakmamak lazım.
Yetmiş dört yaşındaki dedelerin ‘’ Beni de askere alın’’ Dediği bir ülkede yaşıyoruz. Askerini düğüne gönderir gibi -belki de- ölüme gönderen bir ülkenin evlatlarıyız ve ben en azından kendi adıma diyorum ki: Böyle durumlarda her zaman olduğu gibi içimizde gaflet, dalalet, hatta hıyanet içinde olan dahili ve harici bedhahlar olacaktır. Bir taraftan terör örgütünün siyasi uzantısını destekleyip öte taraftan vatan, millet, bayrak edebiyatı yapan sinsiler de olacaktır. ‘’Uyan’’ derken aslında uyumaya davet edenler de eksik olmayacaktır. Düşmanın daha da sevinmesi ve moral kazanması için bilerek ve bilmeyerek her türlü desteği seferber edenler de olacaktır. Yani işimiz zor, yükümüz ağır. Ama imkansız değil. Çaresiz değiliz.
Son çaremiz ölüm mü? Bu güne kadar korkmadık. Bundan sonra da korkmayız evelAllah.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
RESİMLER:
1- 17 Şubat 2016 Türkiye- Ankara- MİT Uyuyor, İçişleri Bakanlığı uyuyor, Emniyet Teşkilatı uyuyor ve 28 Şehit.
2-17 Mart 2004- İspanya Madrit- İstihbarat uyanık, İçişleri Bakanlığı uyanık, Emniyet Teşkilatı uyanık: 191 ölü, 1876 yaralı
3- 3 Eylül 2004- Rusya- Beslan- İstihbarat uyanık, İçişleri Bakanlığı uyanık, Emniyet Teşkilatı uyanık: 372 ölü, 747 kişi yaralı
4- 13 Kasım 2015- Fransa Paris- İstihbarat uyanık, İçişleri Bakanlığı uyanık, Emniyet Teşkilatı uyanık: 372 ölü, 747 kişi yaralı
5- 11 Eylül 2001- ABD Newyork- İstihbarat uyanık, İçişleri Bakanlığı uyanık, Emniyet Teşkilatı uyanık: 2993 ölü, 8900 yaralı.
6- 16 Şubat 2016 Tarihli Zaman ve Cumhuriyet Gazetesi manşetleri ( Aynı manşet)
7- 18 Şubat 2016 Tarihli Zaman ve Cumhuriyet Gazetesi manşetleri ( Aynı manşet)
8- Askere gitmek için başvuran 74 yaşında bir dede.
9- Bir karikatür.
10- Askere gönderilecek bir delikanlının eline kına yakılıyor.
11- Düğüne gider gibi askere gitmeye hazırlanan Koçyiğitler.
12- Asker adayları eğleniyorlar.
13- Şehit olan oğlu Mustafa’nın cenaze namazını kıldırmak için cübbe giyen imam baba Recep Bilgili.