4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
500
Okunma
“İslam tarihinin belli başlı fakihlerinden biri olan İmam Ebû Yusuf (r.h.) hazretlerinin meclisinde bir adam çoğu kere hazır oluyordu. Ve sükûtu(susması) çok uzun sürerdi. (Pek konuşmazdı.)
Bir gün ona sordu:"Sana ne oluyor? Neden konuşmuyorsun? Hiçbir meseleden sormuyorsun?"
O: "Ey kâdî! Bana haber ver, oruç tutan kimse ne zaman iftar eder?" diye sordu. İmam Ebû Yûsuf (r.h.):"Güneş battığı zaman!" buyurdu.
Adam:"Peki ya gece yarısına kadar güneş hiç batmazsa ne olur?"
İmam Ebû Yusuf (r.h.) tebessüm ettiler ve Cerir’in şu beytini misâl getirdiler:"Boş olan kimseler için, sukûtte ziynet vardır. Ancak, özünün (aklının) saflığı ise onun konuşmasıdır."
Burada birisi de çıkıp; efendim! Allah isterse güneş batmayabilir diyebilir. Ne var ki bu husus fıkhın konusu olmayacaktır. Ya da, bir başkası da çıkıp çiftleşme olmaksızın çocuk doğabilir mi şeklinde soru sorsa ve örnek olarakta Kur’an-ı Kerim’de yer aldığı üzere Hz. İsa’nın babasız doğumunu gösterse bu husus ancak kelam ve akaid alanında karşılığını bulacaktır. Açıktır ki; Allah’ın sonsuz kudreti bahsi ile ilişkili hususlar fıkhın alanına girmeyecektir. Fıkıh eski devirlerde gündelik yaşamda karşılığını bulan insan ilişkileri ve toplumsal yaşamla ilgili meselelerde cevap aramaktadır.
Günlük hayatta da incir çekirdeğini doldurmayacak hatta eşek sünnet olsa kabilinden sorular hocalara sorulabilmekte ya da karşımıza çıkabilmektedir. Bir tarihte Ramazan ile yılbaşının aynı tarihe geldiği bir sırada gece içki içen biri ertesi gün oruç tutabilir mi şeklinde soru yöneltilmesi veya cinsiyet değiştiren kişi öldüğünde kendisini kadın hoca mı yıkar erkek hoca mı şeklinde sorulması elbette gündelik yaşamda hiç karşılığı olmayan metafizik durumlarla ilişkili değildir. Sözgelimi İslamda alkol haramdır. Ancak bir yandan da Bektaşi fıkralarına konu olabildiği üzere “içkiliyken namaza yaklaşmayın ayeti” akla gelebilir. Demek kişi gece alkol alsa sabaha kadar da bu alkollü halinden arınsa sabah namazını kılamayacağı söylenemez. Ya da yılbaşı gecesi içen birinin ertesi günü oruç tutamayacağı ileri sürülemez. Güzelde asli olan alkolün haram olması ise bu tarz bir sorunun manası mantığı nedir?
Son günlerde ülkemizin saygın kurumlarından Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı fetva hattına iletildiği belirtilen bir soruya verilen yanıtta tartışma konusu olmaktadır. Hiç kuşkusuz Diyanetten yapılan tekzip açıklamasının samimiyetini umarak tartışmak durumundayız. Yine böyle bir sorunun ortaya atılmasının provokasyon amaçlı olması da gözden uzak tutulmamalıdır bence.
İnternet üzerinden de yayılan haberlere göre Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu’na, "Öz kızını öperken şehvet duymanın nikâha etkisi olur mu" şeklinde soru yöneltilmiş bulunmaktadır. Kim bilir, bu sapıkça soruyu yanıtlamamak ve hatta soru sahibini terslemek makbul olurdu belki de. Buna rağmen sorunun nikaha etki bağlamında yani nikahın haram hali alıp almaması düzleminde dizayn edildiği yoksa şehvet uyanmasının haram olup olmadığı çerçevesinde sorulmadığı da hatırdan uzak tutulmamalıdır. Şu kadar ki; verilen yanıt dikkat çekmektedir:
“Babanın kendi öz kızını öperken şehvet duyması durumunda nikâhın ne olacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı mezheplere göre, babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur (bkz. İbn Rüşd, Bidayetü’l-Mücdehid, Mısır 1975, II, 33; İbn Kudame, el-Muğni, VII, 486; İbn Cüzey, el- Kavaninü’l Fıkhiyye, 138). Hanefilere göre ise; babanın, kızını şehvetle öpmesi, kızına şehvetle sarılması durumunda kızın annesi bu babaya haram olur. Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir. Şehvet duymanın işareti, erkeğin organında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması, kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır.” denilmektedir.
Bu yanıt üzerinden sorgulanabilecek hususlar bulunmaktadır. Sözgelimi nikâha bir etkisi olmaz şeklindeki anekdotun aynı zamanda bir fakih olan Endülüslü Arap düşünürü İbn Rüşd’e de dayandırıldığı görülmektedir. İbn Rüşd’ün daha ziyade nam saldığı yönü filozofluğudur ki; Sünni İslam çevreleri genelde felsefi görüşlerinde düşünürü küfre düşmüş sayarlar. Yaşadığı dönemde ve toplumunda da bu bağlamda ünlü düşünüre karşı bir cephe almadan söz edilebilir. Demem o ki; asli yönü olan felsefeciliğine sıcak bakılmazken fıkhi görüşüne yapılan gönderme kimi sosyo kültürel çevrelerde yanıltıcı da olabilir derim. Öyle ya, İslami anlamda bir felsefeci olarak tartışmalı bir ismin fıkhi alanda muhakeme gücü İslama hangi ölçü de ait olabiliyor? Burada kasdettiğim hususun İbn Rüşd’ün düşünsel kimliğinden ziyade toplumsal ve kültürel platformlarda anlaşılış biçimi olduğunu ise söylemem bile yersiz. Açıkçası, her konuda uygun görüşü seçersek; korkarım ki yaklaşımımızın bostandan karpuz seçmekten pek bir farkı kalmayacaktır.
Yine Hanefi fıkhının daha mesafeli tavır takındığı görülmektedir. Bir sınırlandırma ve kıstaslar koşma görülür. Burada da sıkça karşımıza çıkan bir tartışma aklıma gelmektedir. İçtihat kapısının kapalı olup olmadığı hep sorulur. Başka bir deyişle meselenin bir yönü de İslamda bireysel ve toplumsal meselelere getirilen yanıtların bin iki yüz yıl önce verildiği ve yorum kapısının kapandığı söylenebilir mi sorusunun cevabında yatmaktadır.
Elbette genel olarak içtihat kapısının kapalı olduğu söylenemez ve söylenmemektedir. Zaten aksini düşünmek özellikle üstte referans gösterilen Hanefi Fıkhının kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi sağlam bir mantık, muhakeme ve metodoloji adamından hiçbir şey anlamamak ve hiç nasiplenmemek olacaktır. Yukarıda yer verilen soruyla ilişkili olarak alırsak; bin yılı aşkın bir zaman öncesinin bugünle mukayese edilemeyecek ölçüde kapalı bir toplum yapısının argümanları karşımızdadır. Demem şu ki; ana önerme davranışı nikah açısından harama bağlarken detayda bazı kıstaslar koşmaktadır. Hani irkilme, uyarma gibi ögeler bağlamında dönemine göre değerlendirildiği oldukça belirgin bir yaklaşım söz konusu kanımca. Gerçi dinsel düşünsel yapılarda; aksi gibi bu dönemine göre bahsinden pek hoşlanılmaz. O zaman içtihat kapısı kapalı mı yani şeklinde sorarsanız hayır efendim ne münasebet şeklinde reaksiyon verilir. Hani dürtmek gerekebilir de. Kaldi ki; konu iman, inanç, itikat ögeleri değil de sosyo kültürel hususlar ise dönemine göre ele alınacağı apaçık olmaktadır. Eğer bugüne göre oldukça kapalı bir toplumsal yapı ile bugün arasında davranışsal bağlamda hiçbir şey değişmiyorsa teknoloji dışında dünya üzerinde değişimin olduğunu, olabildiğini peşinen inkâr etmek noktasındayız.
Binaenaleyh; konuya koyu ataerkil ilişkilerle örülü toplumsal yapının bugüne geldikçe geçirdiği dönüşümleri de hesaba katarak yaklaşmalıyız bence. Aksi halde üvey baba sendromunu bile sorgularken ve dahi olumsuz karşılarken öz baba kulvarında makyaj yapan görüşler üretirsek inanın yatacak yer bulamayız kendimize. Ya da konunun değerlendirilmesini ataerkil düzenin ego sistemine hapsetmiş olacağımız o kadar açıktır ki.
L.T.