6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
655
Okunma

Bazı şairlerin her sosyal kesimde benzer yansımalarından söz edilebilir. Bu durum; sözkonusu şairin eserlerinde siyasi, ideolojik bir duruş sergilememesiyle yakından ilgili de olabilir. Sözgelimi doğa tasvirlerine ağırlıklı yer verebilir. Halbuki eserlerinde ve yaşamında siyasi, ideolojik ögeleri öne çıkaran bir şiir ya da edebiyat insanının tüm toplum kesimlerinde aynı duyguları uyandırmasını beklemek çok zordur. Bir de bakarsınız yandaşlık, karşıtlık ikilemi ile karşı karşıyayız. Bu tip sanatçıların toplum kesimleri tarafından algılanış biçimleri tezatlarla örülüdür. Ya hayranları ya da düşmanları veya karşıtları vardır. Bir kelime ile ortası yoktur.
Bu tip edebiyatçılarımız arasında Tevfik Fikret’te vardır. Açıkçası Fikret’in şiirleri sadece Servet-i Fünun çizgisinin taşıdığı edebi özellikler dairesinde anılamaz. Deyim yerinde ise yaşam öyküsüne ve kişiliğine dayalı motifler bir şekilde şiirinin önüne geçer ve ünlü şairimizin sanat çizgisini de derinden etkiler. Şairin şiirlerinde yer verdiği hissi ve fikri temalar kendisinden sonra gelen kuşakları da türlü biçimlerde etkileyecektir. Ferda, Doksan Beşe Doğru, Han-ı Yağma, Promete gibi şiirler bu açıdan ele alınabilir.
Özellikle “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin. Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.” Şeklindeki nakarat bölümüyle belleğimize kazınan Han-ı Yağma adlı ünlü şiirimiz hiciv ve sosyal yergi tarihimizin köşe başı eserleri arasında yerini alacaktır.
Ünlü şairimizin hayatının, eserlerine yansıyan iki ayrı döneminden söz edilebilir. Hayat, insan ve toplum karşısında daha iyimser duyuş geliştirdiği “Rübab-ı Şikeste” dönemi ki; din, vatan, millet sevgisini işlediği şiirler bizleri karşılamaktadır. Sonraları ise giderek artan bir şekilde dönemin aydınları arasında yaygın bir düşünce biçimi olan Pozitivizm’in etkisi altında şiirler yazdığı “Tarihi Kadim” ve “Haluk’un Defteri” dönemine geçilir. Bu döneminde Tevfik Fikret din ve milliyet gibi kavramlardan uzaklaşır. Ancak bu noktada bir hususun altını çizmeliyim. 1960’lı yılların başlarında eski kültür bakanlarımızdan Talat Halman, Fikret’in oğlu Haluk Fikret’e yazdığı bir mektup neticesinde söz ettiğim hususla ilişkili olarak aldığı bir cevaptan söz eder. O dönemde Amerika’da yaşayan ve papaz olarak görev yapan Haluk, babasının tüm dinlere karşı mesafeli ancak Tanrı’ya inanan bir insan olduğundan, Yaradan’ın varlığı ve birliğini kabul ettiğinden bahsedecektir.
Bütün bu hususların ışığı altında değerlendirdiğimizde Tevfik Fikret’in çeşitli dönemler de farklı sosyal kesimlerde yandaşlık veya karşıtlık uyandırması hani deyim yerindeyse ortasının olmaması daha ziyade bu ikinci dönem şiirlerinde yer verdiği sert vurgulamalara bağlıdır. Bu döneminde ünlü şairimizde melankolik duygular da hâkim olacaktır. Dönemin siyasi özellikleri karşısında derin bir umutsuzluğa kapılarak Aşiyan’ına çekilir. “Sis” adlı şiiri de bu konuda bizlere fikir verebilir. Daha ziyade siyasi nitelikleriyle kendini gösteren şiirin bir kent ruhu tasvir etmesi, İstanbul’u mel’un bir kent olarak tanımlaması, ahlaksızlıkla yüklü bir koca karıya benzetmesi dikkat çekicidir. Bu şiiri olumlu karşılamayışımız önemli ölçüde İstanbul şiiri olarak okumamızdan kaynaklanır. Açıkçası, siyasi şiirler ya da yergi kulvarında okumamız gerektiğini düşünürüm. Demem o ki; bedbinliğin, melankolinin kaynağı İstanbul değil de dönemin siyasi özellikleri karşısında duyulan umutsuzluk atmosferi olmaktadır. Bu bağlamda İstanbul bir fon olarak puslanmakta hatta giderek kararmaktadır.
1908 inkîlabı ile kısa bir süre aydınlar arasında yayılan iyimserlik havası Fikret’i de etkileyecektir. Ancak bir süre sonra İttihatçıların despotlaşması üzerine “Doksan Beşe Doğru” adlı şiirini yazarak “Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi” ünlü mısraını düşer. Tam da bu nokta da Fikret’in kişiliğinin bir yönünü gösteren bir olay yaşanır. Bilindiği üzere Tevfik Fikret Servet-i Fünun döneminde tanıştığı Hüseyin Cahit Yalçın ile beraber “Tanin” gazetesini çıkartır. 2’inci Meşrutiyet arefesinde yayın hayatına giren gazete meşrutiyeti destekler. Ancak 1908’i takip eden dönemde yukarıda da arz ettiğim üzere ittihatçıların diktatörlüğe yönelmesi üzerine Tevfik Fikret yeni siyasi döneme karşı çıkacaktır. Hatta bu nokta da Hüseyin Cahit’le yol ayrımına gelir ve kendi çıkarttığı Tanin gazetesinden de ayrılır. Bir bakıma tanınmış şairimizin politikaya boyun eğmez kişilik özelliği kendini göstermektedir.
Şu soruyu da ortaya koyabiliriz. Tevfik Fikret’in ideolojik yapısı nedir? Genellikle sağ ideolojik yapılar öteden beri Fikret’in hiçbir ideolojinin adamı olmadığını; hürriyet, özgürlük, beşeriyet, insaniyet gibi bir takım kavramları terennüm ettiğini, bu noktada da tutarlı olmadığını söylerler. Bu durumu da marazi ve melankolik bir ruhun çırpınışlarıyla açıklarlar. Buna karşın sol ideolojik yapılar ise Tevfik Fikret’te önemli ölçüde kendi prototiplerini bulurlar. Neredeyse, ünlü şairimiz Türkiye’de sol ideolojinin tarihi ile koşut bağlamda anılır.
Oysa böyle olmasına gerek kendi kişiliği ve birikimi gerekse dönemi müsait değildir. Tevfik Fikret’in yaşadığı dönemde bizde üç ana ideolojik akım vardır; Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık. Yani o dönemde solculuk şeklinde bir ideolojik adlandırma ya da yapılanma biz de sözkonusu olmamaktadır. Bu anlamda Fikret üzerinden sol tandanslı göndermeler zorlamalı bir yaklaşım olarak görünmektedir. Bu açıdan aldığımızda; Tevfik Fikret’in giderek artan bir şekilde batılılaşmacı ve beynelmilelci görüşler geliştirdiği söylenebilir.
Fikret’in gittikçe, Fransız ihtilalinin getirisi olan düşünce akımlarını fark ettiği ve bunları eserlerine yedirdiği söylenebilir. Burjuva ihtilali ünlü şairimize esin kaynağı olmaktadır. Yani Tevfik Fikret dünya görüşü itibariyle bireyci bir perspektife sahiptir. Şimdi bana olur mu canım öyle şey, bazı şiirlerinde toplumcu yönelimleri bile vardır diyebilirsiniz. Açıkçası sınırlı örneklerdir bunlar. Her şeyden önce dil konusunda döneminin ağdalı Osmanlıca vurgusunu aşamadığını söylemeliyiz. Bunu derken olumsuzlama mahiyetinde söylemiyorum. Servet-i Fünun edebiyatçıları içerisinde Fikret, sımsıcak üslubuyla da dikkat çekebilir. Ya da genel olarak şiir geleneğimizde Osmanlıca kelimelerin anlamını bilmeden de bir şairden zevk alabileceğiniz birkaç isimden biridir kanımca.
Ancak Nurullah Ataç’ın bir söylemini de yabana atmamak gerektiğini düşünürüm. Ünlü tenkitçimizin “Tevfik Fikret de, arkadaşları da, bütün yazdıklarından belli, Türkçeyi hiç sevmemişlerdir. Tevfik Fikret, Türkçe yazmaz. Frenkçe de yazmaz, olmıyan bir dille yazar. Onun için kelimelerin kendilerine göre birer değeri yoktur, mânası olsun da hangisi olursa olsun... Türkçeyi o kadar hor görmüş bir adama biz de kalkıp büyük Türk şairi demişiz!... Dahası var: Beylik hükümlere pek bağlı olan bu adamı ihtilâlci de saymışız... Allah günahımızı affetsin.” demesi de dikkat çekicidir.
Yine, Fikret’in siyasi anlayış bazında da bireyci bir çıkış noktası vardır. 2’inci Abdülhamit rejimine karşı çıkması da toplumcu bir perspektife dayanmaz. Salt bireyin ızdırapları ve bireysel bir ruhun yakarış ve çığlıkları ile karşılaşırız. Bu anlamda baktığımda Fikret kelimenin tam anlamıyla özgürlükçüdür. Ancak bu özgürlükçülük toplumcu bir dünya görüşü değildir. Başlangıçta desteklediği ittihatçılara da sonradan düşman olması aynı bireyci haykırıştır. Hatta ünlü şairimizin kendi bireysel özgürlüğünün zedelendiği ya da tehlikeye düştüğünü hissettiği durumlarda gardını aldığı da söylenebilir.
Bu açıdan düşündüğümde; Tevfik Fikret’te, dünyayı ve içerisinde yaşadığı toplumu algılama ve değerlendirme hususunda Cumhuriyet döneminde kendini gösteren toplumcu ideolojik yapıların bir ilk nüvesini gören yaklaşımların fevri bir tavır aldığı kanaatinde olduğumu söylemeliyim.
L.T.