9
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1064
Okunma

Bu gün ( 15 Kasım 2013 )
Bir taraftan Kerbela şehidi Hz. Hüseyin’in mateminin - Hicri takvime göre - 1374. yıl dönümü, öte taraftan son nefesinden önce ’’ Evlad-ı Kerbelayıh, Bi günahıh, Yazıhtır, Zulümdür, Cinayettir’’ Diyen Dersim İsyanı’nın en önde gelen ismi Seyid Rıza’nın İdam edildiği tarihin - Miladi takvime göre - Yetmişaltıncı ölüm yılıdır.
Kerbela Olayı apayrı bir yazının konusu olduğu için biz kaldığımız yerden devam edelim.
Seyit Rıza ile hükümet kuvvetleri arasındaki son temas 16-17 Ağustos 1937 gecesi Bahtiyar mıntıkasında yaşandı. Çatışma sırasında, Seyit Rıza’nın oğlu Şeyh Hasan, ikinci karısı Bese ve üç torunu öldürülmüş, Seyit Rıza kaçmayı başarmıştı.
Seyit Rıza 26 Ağustos’ta Bahtiyar Aşireti Reisi Şahin’in kendi adamlarınca öldürüldüğünü duyunca muhtemelen yenilgiyi kabul etti ve 10 Eylül 1937’de Erzincan 5. Jandarma Bölük Komutanlığı’na bağlı bir karakola teslim oldu. 1918 yılında Osmanlı ordularıyla birlikte Rus ve Ermenilerden kurtardığı Erzincan’ın kendisini kurtaracağını ümit etmiş olmalıydı. ( Bazı kaynaklar bu olayı bir teslim olma değil, daha fazla kan dökülmemesi için bir görüşme yapmak istemesi ve bu sebeple geldiği Erzincan’da tutuklanması, yani kalleşliğe uğradığı seklinde ifade etmiştir.)
Seyid Rıza ve onunla birlikte hareket edenlerin mahkemesi 18 Ekim 1937 de Elazığd’da başlar. İlk mahkemede tutuklulardan hiç birisi kendilerine isnat edilen duçlamalerı kabul etmezler. Hem köprünün yakılması hem de öldürülen otuz üç Türk askeri ile ilgili tüm suçlamalrı reddederler. Ancak ikinci mahhkemede işler değişir. Seyid Rıza’nın torunu Zeynel 23 Ekim 1937deki ikinci duruşmada köprünün yakılması ve otuz üç askerin şehid edilmesi olayına dedesinin yanındaki altmış adamı ile birlikte bizzat katıldığını söyleyince Seyid Rıza adeta çıldırır ve ’’“Allaha ve devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diyerek bu şahitliğe itiraz eder.
İlk mahkemede böyle bir ifade vermeyen torunun ikinci mahkemede bülbül gibi konuşması ilginçtir ama daha da ilginci Seyid Rıza ile birlikte hareket eden bazı aşiret ileri gelenleri de Seyid Rıza aleyhine şahitlik edince artık onun için çanlar çalmaya başlamıştır.
Çanlar her ne kadar Seyid Rıza aleyhine çalsa da o hiç bir zaman kerndisine yöneltilen suçlamalrı kabul etmedi. !918 de Erzincan’ın Ruslardan kurtarılması için tüm aşiretiyle birlikte canla başla savaştığını, Osmanlı hükümetinden bu sebeple madalya ve berat aldığını anlatması da yetmemişti onu kurtarmaya. Çünkü daha öncesinde yani 1915teki Ermeni Tehciri sırasında da zorunlu göçe tabi pek çok Ermeniyi kendi aşireti içinde saklaması, Onlara kol kanat germesi dolayısıyla aslında Osmanlı Devleti tarafından da mimlenmiş birisiydi.
Mahkemeler artık bir yerde formalite icabı yapılıyordu. İdam edilecekler çoktan belirlenmişti. Tabii ki bu listenin en başında Seyid Rıza bulunmaktaydı. Ancak öte taraftan fısıltı gazetesi çok hızlı bir şekilde çalışıyor ve Seyid Rıza’nın idam edilmesi halinde Kürtlerin çok müthiş bir isyan başlatacakları, hatta Seyid Rıza’nın kurtarılması için Elazığ’a doğru harekete geçildiği, 12 Kasımda Doğuya bir yurt gezisine çıkacak olan Mustafa Kemal’e yalvar yakar edip ondan yardım isteyecekleri bile söyleniyordu. İşi hızlandırmak lazımdı.
İşi hızlandırmak lazımdı ama o kadar çok engel vardı ki. Her şeyden önce Seyid Rıza’nın yaşı konusu engeldi. Mevcut kanunlara göre 65 Yaş üsti bir insan idam edilemiyordu. Seyid Rıza ise yetmiş beş yaşındaydı..Hatta daha fazla...Oğlu da asılacaktı ve onun ise yaşı küçüktü büyültülmesi gerekiyordu.
Seyit Rıza’nın bu yaş küçültme davasında şöyle bir olay yaşanır: Muhundulu Seyit Uşen (Hüseyin Doğan), S. Rıza’nın yaşını belirleme davasında tanık olur. Tanık Seyit Rıza’nın yaşının idamı sağlayan yaştan küçük olduğunu söyler. Ona göre Seyid Rıza elli dört yaşındadır. Dava yargıcı, yaşı küçültülen Seyit Rıza’ya, tanık beyanına bir itirazının olup olmadığını sorunca, S. Rıza, işlemin bir formalite olduğunu anlar, yargıca şu düşündürücü yanıtı verir:
-Tanık , benim büyük oğlumdan iki yıl küçüktür. Oğlumdan küçük biri yaşımı belirliyor ve yasa da bunu kabul ediyorsa, benim itirazım olmaz.
Netice itibarıyla Seyid Rızanın yaşı elli dörde indirilirken on altı-on yedi yaşlarında olan oğlu Resik Hüseyin’in yaşı da yirmi bire yükseltilir. Yani ileride göreceğimiz Erdal Eren yaşı küçültülerek idam edilen ilk tutuklu değildir. Ondan çok daha önceleri Seyid Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin için aynı uygulama yapılmıştır.
Hahkemeler yapılmış, idam edilecekler belirlenmiştir ama nihai karar henüz bir türlü verilemiştir ve Tarihler 12 Kasım 1937 yi gösterdiğinde Atatürk’ün Doğu illerimizi kapsayan bir geziye çıkacağı duyulur. Bu gezisi sırasında Diyarbakır yakınlarıdaki -Murat Nehri üzerindeki- Singeç köprüsünün açılışı da yapılacaktır...Evet adı ’’Soyun Geç’’ iken Atatürk tarafından Singeç olarak değiştirilen köprü açılacaktır. Bu durumda bir an önce hareket edilmeli ve Atatürk Diyarbakır’dan Elazığ’a gelmeden bu idamlar gerçekleşmeliydi ki Elazığ’a dolması beklenen altı bin civarındaki beyaz donlu Kürt, Atatürk’ten Seyid Rızanın affını istemesin.
Atatürk 12 Kasımda başlattığı bu doğu gezisinde 13 Kasımda ilkin Sivas’a gelir. 14 Kasımda Malatya’dadır, Malatya’dan saat 14.00 da ayrılır ve ve yine aynı gün Elazığ’a yarım saat yakın Yolaçtı Köyüne varır. Orada büyük bir törenle karşılanır ama Elazığda durmaz direkt Diyarbakır’a geçer.Diyarbakır’a 15 Kasım Akşamında varmıştır. Burada iki gün kaldıktan sonra ise 17 Kasım’da Elazığ’a gelmiştir. Yani Seyid Rıza’nın asılmasından iki gün sonra.Gazetelerin ( Zamanın Tan Gazetesi ) Yazdığı budur.
Ama işin ilginç tarafı Malatya’dan saat on dörtte ayrılan o tren hiç mola vermeden yoluna devam etse bile ancak akşam saatlerinde yol üzerinde olan Sivrice Gölü yakınlarında olabileceği halde 16 Kasım Tarihli Ulus Gazatesi Atatürk’ün Malatya’dan ayrıldıktan sonra öğlen yemeğini Sivrice Gölü yakınlarında yediğini, hatta orada iki saat kadar oyalandığını yazıyordu. Saatte 30 Km hızla giden bir trenle öğlen yemeğinde o gölün civarlarında bulunmanın imkanı yoktu. Peki böyle bir yalan niçin söylenmişti o gazetede?
Atatürk madem ki Elazığ’a gelecekti yolunun üzerindeki bu şehri niçin pas geçmiti de idamlar gerçekleştikten sonra tekrar dönmüş ve Elazığ’a gelmişti.
Çok önemli bir başka konu da : ’’ Atatürk o dönemlerde çok çok hastaydı konusu’’ dur. Bir doğu seferi yapacak kadar, bu kadar uzun ve zahmetli bir yola çıkacak kadar sağlıklıymış demek ki.
14 Kasımı 15 Kasıma bağlayan gece yaşananları uzun uzadıya anlatmak yerine kısa kısa notlarla anlatalım kafa karışıklığına sebebiyet vermemek için.
Savcı kural dışına çıkmak istemez. Yani tatil günü sonuç alınamayacağını söyler. Ona rapor aldırırlar. Yerine savcı yardımcısı bakacaktır.
Hakim..’’Cumartesi günü karar alınamaz pazartesi günü mahkemeyi açarız kararımızı alırız ve infazları da gerçekleştiririz ’’ Deyince ona da çare bulunur. Karar Pazar gecesi sahurdan sonra alınacak ve idamlar gerçekleştirilecektir. Yani gün zaten pazartesiye dönmüş olacaktır.
Hakim ’’ Dinleyici olmadan mahkeme olmaz’’ Dediğinde ’’ O kolay, buluruz ’’ Denmiştir.
Cellat? O da kolay..Bir çingene bulunmuş ve adam başına on liraya anlama yapılmıştı bile. Yani önce cellat bulunmuştu idam için, sonra mahkeme yapılacaktı ve idam kararları artık verilecekti ahabinde de hiç bekleme yapmaksızın idamlar gerçekleşecekti. Atatürk Elazığ’a girdiğinde b idam konusu bitmiş olmalıydı.
Hakim son bir ümitle ’’ Elektrikler kesiliyor, karanlıkta ne mahkeme ne de idam olur ’’ Dediğinde onun da çaresi bulundu. İdam alanı araba farları ile aydınlatılacaktı. Alt tarafı yetmiş iki kişinin kararının yazılması ve içlerinde idam edilecek olanları infazı ne kadar zaman alabilirdi ki?
Bir tek şey kalmıştı. Temyizi olmayan bu kararları Abdullah Alpdoğan Paşa’nın onaylaması gerekiyordu. Ama paşa zaten boş kağıda imzasını atıp altına da ’’Uygundur ’’ İbaresini çoktan yazmış ve bu boş kağıtları İhsan Sabri Çağlayangil’e vermişti bile. Çağlayangil hatıralarında ’’ Kağıtlardan birinin üstünü Abdullah Apdoğan Paşanın idamına.. diye doldursam o bile idam edilirdi’’ Diye anlatır.
Yine İhsan Sabri Çağlayangil’in anlattıklarına bakılırsa Atatürk Elazığ’a gelmeden önce bu idam konusunun halledilemesi gerekiyordu. Bu, hükümetin kararıydı. Ntekim İhsan Sabri Çağlayangil o günleri anlatırken bu hususu şöyle itiraf etmiştir:
’’Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bana bu konuda hükümetten de şifre aldığını, ama mahkemelerin cumartesi tatil olduğunu, tatilde sonuç almanın mümkün olmadığını bildirdi. Ve ekledi. "ben de mahkemeleri etkileyemem". Oysaki biz Atatürk gelmeden önce mahkemenin kararını vermesini ve gereğinin yapılmasını, Atatürk geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.’’ ( Hükümet, Celal Bayar Hükümeti...)
Sonuçta Mahkemeden yedi idam kararı çıkar:
1- Seyid Rıza 2.Seyit Rıza oğlu Resik Hüseyin 3.Şeyhanlı Aşiret Reisi Seyid Hüseyin 4.Yusufan Aşiretinin Reisi Kamer’in oğlu Fındık 5.Demanan Aşiretinin Reisi Cebrail’in oğlu Hasan 6.Kureyşan Aşiretinden Ulkiye oğlu Hasan 7. Mirza Ali’nin oğlu Ali.
Gecenin köründe infazlar başlar. Diğer idam mahkumları idam edilecekleri yere yürüyerek götürülür ama her nedense Seyid Rıza on adımlık yere götürülmek için arabaya bindirilir. İlk idam edilen ile Seyid Rızanın idamı arasında geçen iki saatlik zaman diliminde Seyid Rıza ancak getirilebilir idam edileceği yere..Yüz metre kadarlık yolu bir saatte almıştır araba(!)
İşte bu bir saat bir sırdır. Arabayla bir saat Elazığ turu attırılmadı herhalde idamından önce.
Biliyorum bunlar hep komplo teorisi ama insanın burnuna acayip kokular gelmiyor da değil doğrusu. Neyse oraya geleceğim tekrar.
Gelelim Seyid Rıza’nın idamına:
İhsan Sabri çağlayangil Tüm teferruatıyla anlatıyor. Aynen şöyle:
Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi "Peki" dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıkladı. Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çesitli hapis cezalarına çarptırılmıştı. Kararlar okununca sanıklar ilk anda anlamadılar. İdam "tunne"(yok ) diye bir velvele koptu. Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza Sehpaları görunce durumu anladı.
-Asacaksınız; dedi ve bana döndü. "Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin"? Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü.
Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk.
-Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.
Bu sırada Fındık Hafız asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum.
Fındık Hafız’ın idami bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti.
-Evladi Kerbelayimi, Be gunayimi, Ayibo Zulimo, Cinayeta. (Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir.) dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu.İnfazını kendi yaptı.
Kendi infazını bu şekilde gerçekleştiren bu hırçın, boyun eğmez insan tek bir şey için yalvarmıştı: Oğlu Resik Hüseyin’in kendisinden sonra infaz edilmesi, onun asıldığını görmek istemiyordu bir baba olarak. Ama bu isteği yerine getirilmemişti.
Peki Seyid Rıza ’’ Ben sizin oyunlarınızla, hilelerinizle başedemedim bu bana dert oldu, ama sizin karşınızda boyun eğmedim bu da size dert olsun’’ Sözünü ne zaman, kime karşı söyledi? Niçin söyledi? Bu konuda neredeyse hiç bir açıklama yok. Ama Bizzat Atatürk’e söylediği konusunda oldukça ciddi söylentiler ve bu söylentileri destekleyen yukarıda da işaret ettiğim şüpheler var.
İdamdan sonrasını bize yine İhsan Sabri Çağlayangil Anlatıyor:
"Fakat bu işleri belki zamanında halledemeyeceğiz diye Atatürk bir gün sonra Elazığ’a geldi.( Yani 16 Kasım Akşamı ) Treni gece kör makasa çekmişler, uyuyormuş. "Atatürk seni çağırıyor" dediler. Gittim, kahvaltı ediyorlardı. Bana bir resim gösterdi. Seyit Rıza’nın sehpada sallanırken resmi çekilmiş. "Çabuk git, bu resmin negatifini bul, imha et" dedi. Anladım ki, Atatürk bu olayları sevmiyor. Negatifleri imha ettim, yalnız resimlerden ikisini sakladım. Birini Atatürk’e verdim, birini de kendim aldım.
İddialar Atatürk’ün 14 Kasım akşamında da o kör makasta olduğu ve burada Seyid Rıza ile görüştüğü yönünde. Seyid Rıza işte bu görüşmeden çıktıktan sonra ’’ Ben sizin oyunlarınızla, hilelerinizle başedemedim bu bana dert oldu, ama sizin karşınızda boyun eğmedim bu da size dert olsun’’ demiştir.
Lakin bunlar iddia..İddialar üzerine tarih yazılmaz, okunmaz, değerlendirilmez ve yorumlanmaz. Ama öte taraftan bu iddialara tamamen kulakları kapatmak ve halı altına süpürmek de doğru değildir kanaatindeyim. Araştırılması gerekir.
Sonuç olarak:
Atatürk’ün bile ’’ Adam peygamber soyundan, öyle sakalları sarkmış, sümükleri akmış bir şekilde idam resimleri tüm kürtleri ayaklandırır..O resimleri yok edin ’’ Diyerek ’’Evlad-ı Kerbela’’ Olduğunu Kabul ettiği Seyid Rıza’nın Evlad-ı Kerbela oluşu doğrudur. İdamında uygulanan hukuksuzluk dolayısıyla onun da ifade ettiği gibi ayıp yapılmıştır. Hatta günahtır da..Ama maalesef Seyid Rıza ’’ Bi günah’’ Yani günahsız değildir. Suçsuz değildir.
Seyid Rıza’nın idamından sonra bu sefer de onun intikamı uğruna isyanlar devam etmiş ve bu isyanlar da 1938-1948 yılları arasında oldukça sert bir şekilde bastırılmıştır. İşte bu gyıllar arasında da pek çok insan ölmüş, kurunun yanında yaş da yanmıştır.
Evet..Devletin resmi kayıtlarında bile 13.600 insanın öldüğü ve 60 köyün tamamen yok edildiği yazan, tarihimize Dersim Olayları ya da Dersim İsyanı olarak geçmiş olan bu olayda pek çok masum insan da ölmüştür ama Seyid Rıza kesinlikle masum değildir.
Keşke 1918 de Erzincan’ı Rus İşgalinden kurtaranlardan biri olan ve o zaman ’’ Kahraman ’’ ilan edilen Seyid Rıza olarak kalabilseydi.