5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
883
Okunma

Derler ki havaalanında karşılaştığınız her iki yolcudan biri uçmaktan korkmaktadır. Eğer bu varsayım doğruysa, ben diğer yolcuyum. Uçmaktan korkmam: Ne kalkarken gaz verilip de artık duramayacağımız ama aynı zamanda kalkmaya yetmeyen hıza ulaştığımızda, ne tekerlekleri yerden kestiğimizde, ne kanadın sallanışını gördüğümde, ne de türbülansa girdiğimizde... Binlerce yıl gökyüzüne bakmış, uçan kahramanlar hayal etmiş insanların torunuyum; uçabilmenin değerini biliyorum. İşin ilginci ben de korkuyorum ama uçmaktan değil. Sonrasından korkuyorum. Uçuş bitip de bavulları bulamamaktan, o dönen bandın dönmesini bitirdiğinde hala başında beklemekten korkuyorum. Bilgisayarına bakan görevlinin “Bagajınız Kuala Lumpur’a gitmiş. Haftaya gelir. Gelmezse bizi arayın.” demesinden korkuyorum. Her seferinde bu korku boğazıma kadar yükseliyor, beni ter içinde ve kalp çarpıntısıyla bırakıyor.
Bu sefer öyle bir sahne yaşanmadı. Bavulum bandında edeplice beni bekliyordu. Heyecanlı bir genç, belki de büyüklerinin gözüne girmek için, benim bavuluma doğru hamle yaptı ama sapına iliştirilmiş flamayı görünce elini geri çekti. Bavulu alabileceği kadar değil de taşıyabileceğim kadar doldurduğum için banttan çekmekte güçlük çekmedim. Bavul tekerleklerinin üzerinde doğrulup, sapını da uzattığında her şey binayı terketmek için hazır gözüküyordu. Ama değildi. Bu sefer bavuldan başka, diğer bir kargom vardı. Onu bu banttan alamazdım; bir takım görevliler bulmalı, onlara kendimi tanıtmaklı, bazı evrakları imzalamalıydım.
...
Ann Woll’un kendisi değilse bile anne-babası Uzakdoğu’da dünyaya gelmişti. Siyah uzun saçlarını at kuyruğu yapmış, göğsünde metal bir kel kartalın bulunduğu, omuzlarında Anavatanın Güvenliği yazan üniformasını yakası açık, içinden beyaz tişörtü gözükecek şekilde giymiş bana bakıyordu: “Evet?”
Ona, biraz da buruşmuş olan belgelerimi uzattım. İlk defa böylesini görüyormuşcasına baktı, çok görmüş geçirmişcesine başını salladı ve bana bir şey söylemeden belgeleri geri uzattı. Bir türlü göz göze gelemiyorduk. O önündeki ekrana bakıyor, ara ara bir şeyler yazıyor, ben ise onun saçındaki tek tük beyazları farkederek belki de ilk tahmin ettiğim kadar genç olmadığını düşünüyordum. Nihayet Ann başını kaldırdı, gözlerini benimkilere dikti ve “Gelmiş.” dedi, “Dört numaralı hangardan alabilirsiniz.”
Dönüp sözü edilen hangara hangi kapıdan gidileceğini bulmayı denedim. Bulamadım. Ann ise çoktan kendi dünyasına dönmüş, cep bilgisayarının ekranına bakıp gülümseye başlamıştı. Güzel gülümsüyordu. Belki bana gülümsüyordu. Belki geri döneceğimi bilmenin verdiği bir gülümsemeydi. Gerçekten de döndüm. Beni görmesiyle gülümsemesinin eriyip gitmesi bir oldu.
“Soldaki koridoru takip edin, yönlendirici tabelaları göreceksiniz.”
Soldaki koridor bir kaç dönüşten sonra beni dört numaralı hangarın kapısında bıraktı. Kapının sağdaki kanadını tercih edip içeri girdim. Tıpkı vefalı bavulum gibi o da orada, beni bekliyordu. Yanına gittim.
Yolculuk için ilk kez plan yaptığımda kararsız kalmıştım. Kahverengi Oksford tarzı mı olmalıydı, yoksa gümüş Safir mi? Sonunda Oksford’a karar kıldım. Cenazeevindekiler sadece tabutu alıp, tören ve mumyalama istemememe şaşırmışlardı. Şaşılacak bir şey yoktu. Ben tören peşinde değildim; sadece uygun bir bavul satın alıyordum.
Hangarda ismine bile bakmadığım, hafif kel ve çokça göbekli görevli, Ann’den sonra ona da uzattığım evraklara bakıp:
“Babanız 1996 da ölmüş.” dedi.
“Biliyorum.” dedim.
“O zaman niye on altı yıl sonra buraya gömülmeye getiriyorsunuz?”
“Orada da gömülüydü ama ailenin kalanı buraya göçtüğü için onun da bizimle olmasını tercih ettik. Zamanı geldiğinde onun yanına gömülmek isterim.”
Gülümsedi.
“Doğru, kim eşinin yanına gömülmek ister ki?”
Sonra ikinci sayfadaki bir detayı farketti:
“Kendisi Amerikan vatandaşı değilmiş.”
“Bunun için otoritelerden gerekli izinleri aldım. Ekte göreceksiniz.”
“Hımm...”
Daha fazla soru sormadan imzasını attı.
“Kaybınız için üzgünüm Bay ... Varlokostas.”
“Ben de...” dedim ve tabutu devraldım.
...
Havaalanı çıkışında eve uğramadan doğrudan mezarlığa gitmeye karar verdim. Bir cenaze arabası bekleyen görevlilerin şaşkın bakışları arasında babamı kiraladığım kamyonetin kasasına yerleştirdim ve yola çıktık. “Kusura bakma baba” dedim, “Sen on altı yıl önce cenaze arabasının keyfini tattın. “ Ses etmedi.
Bir çok kişiye göre Rawlins, Wyoming Tanrı’nın unuttuğu bir yerdir. Kesinlikle değildir. Hatta bir Ortodoks kilisesi bile vardır. Ama ironik bir şekilde herhangi Ortodoks mezarlığı elli millik bir yarıçapta yoktur. Kaçınılmaz bir şekilde babamı Kuzeyli Baptistlerin yanına gömecektim.
Yoldan aramış olduğum için iki mezarlık görevlisi bizi çukurun başında bekliyorlardı. Beraber tabutu mezara yerleştirdik. Sonra onlar çekildiler, beni babamla yalnız bıraktılar.
On altı yıl sonra babamın cenazesiyle tekrar karşılaştığıma ne demeliydim? Düşünmemiştim. Planlamamıştım. Etrafıma baktım. Tek dinleyecek olanın kendim olduğunu farkedince konuşmaya aklıma ilk gelenle başladım:
“Gördüğün gibi burada zeytin ağaçları yok. Hava kekik kokmuyor. Deniz ise iyiden iyiye uzakta. Koskoca bir kıtayı aşman lazım ona ulaşmak için. Ulaştığında da onun Ege olmadığını göreceksin. Ama burada rahat olacaksın. Kimse mezar taşına yazı yazmayacak, işemeyecek, ateş yakıp karartmayacak. İşin güzel tarafı ben de yanına gönül rahatlığıyla gelebileceğim. Merak etme, fazla bekletmeyeceğim.”
Aralarında sohbet eden görevlilere işaret ettim. Biri gelip tabutu mezarın dibine indiren mekanizmayı çalıştırdı. Söylemeye gerek yok; bu babamı son görüşüm oldu.