0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
118
Okunma
Şehir Şehir Düşlerim
Karadeniz’in yetiştirdiği çayı Erzurum’da görmeden ölmek gibi...
Bazı hasretler vardır, tadı başka yerlerde aranmaz, bir yudumluk gecikse, içine dağlar doluverir insanın.
Trabzon’da başlar bir hikâye, yeşilin her tonunu giyinmiş dağlarda, çay toplayan eller kadar yorgun, umutlu gözlerle süzer ufku kadınlar.
Rize’de rüzgâr anlatır bir başka dili, su öyle hızlı akar ki bir derede, her damla özlem olur çarpar kalbine.
Artvin’in yamaçlarında gökyüzüne biraz daha yaklaşırsın, sessizlik bile konuşur orada, bir yudum çayla dile gelir geçmişin.
Ama Erzurum… o kışın beyazına bürünmüş yalnızlık, bir soba başı, bir demli bardak ve uzun uzun susmalar…
Kars’a dokunur sonra şiir, taş evlerin arasında gezer soğuk, yalnızlıkla dost olmuş çocuk sesleri, bir trenin ardından koşan yürek gibi sarsar içini.
Sivas’ta, bir türkü oturur dizine, acıya yakışan o içli ezgiyle dağılır usulca karanlık.
Nevşehir’de bir duvar yazısı okursun: "Bu şehir susmayı Kapadokya’dan öğrenmiş," ve sen, bir taş ocağının gölgesinde kendi sessizliğine gömülürsün.
Konya’da Mevlâna gibi dönersin içe, sevdayı ararken kendine varırsın yeniden.
Bursa’da zaman bir ipek böceği gibi örer hatıraları.
Ulu Camii’nin gölgesinde susar kalabalık,
bir çınar altında oturur Osman Gazi’nin duası.
Yeşil’in her tonunda bir tevazu gizlidir..
İstanbul… her hikâyenin bir son durağı vardır ya, burada başlar her son, bir martının kanadında yeniden…
Ve dönersin başa. Karadeniz’in yetiştirdiği çayı, Erzurum’da içmeden ölmek gibidir bazı duygular. Görmeden, dokunmadan, yaşamadan eksik kalır insan.
Bilecik’te bir sancak dalgalanır geçmişten bugüne.
Dirilişin sessiz adımları dolanır sokak aralarında.
Ertuğrul Gazi’nin duası gibi ağırbaşlı,
bir otağın gölgesinde bekler hâlâ ilk kıvılcım: "bismillah"...
Gaziantep’te uyanırsın bir sabaha, fırından yeni çıkmış ekmek gibi sıcaktır sokaklar. Bir annenin elinden dökülmüş gibi mis kokar hayatın her lokması.
Urfa’da yanar içindeki yanmamışlar, sıra gecelerinden sızar bir yanık ses, her ezgi, bir aşkın yarım kalmış duası gibi dokunur kalbine.
Mardin’e vardığında taş duvarlara yaslanır zaman. Her sokak, geçmişin gözlerine benzeyen bir çocuğun adımlarında yankı bulur.
Diyarbakır’da sur diplerinde büyüyen incir ağaçları gibi inattır sevmek. Ve o sevgi, bir halkın sabrıyla yoğrulur taş taş.
Van’a varırsın sonra, bir göl gibi derindir sessizlik. Dalarsın maviye, ama mavinin ortasında hep bir eksikliği taşır gözlerin.
Bitlis’te dağlar konuşur, bir dengbêj olur yokuşlar, ve sen, her hikâyede biraz daha büyürsün.
Hakkâri’de sınır çizgileri değil, yürek haritaları belirler mesafeyi. Orada insanlar dağ gibi susar, ama yıkılmaz.
Erzincan’da bir ırmak çağlar, hafızanda eski bir türkünün nakaratı gibi. "Gel ha gel", dersin kendine, bir kere daha doğuya, bir kere daha içe…
Tokat’ta bir baston sesi çınlar kaldırımlarda, yaşlılıkla bilgelik arasında bir denge kurar şehir, ve göz göze gelirsen bir çınarla, ömrünün ne kadar kısa olduğunu hatırlarsın.
Amasya’da bir ayna gibidir Yeşilırmak, bakarsın, kendini değil, kaybettiklerini görürsün suda.
Çorum’da bir leblebiye değil, gözlerine takılır sıcaklık. Küçük şeylerle büyüyen şehirlerin nasıl derin izler bıraktığını anlarsın.
Yozgat’ta rüzgârın dili biraz kırıktır, ama içli. Orada bir çobanla sohbet edersen, sana ömrünü anlatır bir koyun sessizliğinde.
Kayseri’de ticaret değil, bir annenin sabah çorbası kalır aklında. Ve ağzından dökülen dua, çocukluğunu sarar bir bohça gibi.
Niğde’de karşıdan gelen selamı tanırsın; sıcaktır, hesapsız. O selamla yol yorgunluğu silinir omzundan.
Karaman’da bir dede oturur avluda, dizlerinin üstüne serdiği eski kilimde bir medeniyetin desenleriyle konuşur sana.
Isparta’da gül kokusu değil, bir mektup saklanır burnunun ucuna. Yazılmamış cümleler doluşur kalbine bir çiçek utangaçlığıyla.
Burdur’da bir göl kıyısında susar zaman. Suya düşen her yaprak, çocukluğundan kopup gelen bir hatıra gibi dalgalandırır içini usulca.
Antalya’da güneş bir başka vurur yüzüne, ama yakmaz, çünkü bir gülümsemenin gölgesinde her şey derin, her şey serin olur.
Mersin’de limon çiçekleri anlatır ilkbaharı, bir sahil akşamında hüzünle neşeyi aynı anda yaşarsın. Deniz kadar dalgalıdır her insanın içi.
Adana’da sıcağın bile anlamı değişir. Yanarsın ama vazgeçemezsin, bir kebap gibi ateşten geçer ama lezzetle kalırsın hayatta.
Hatay’da bir ezan sesiyle çan sesi karışır birbirine. Farklılık değil, birlik olur orada gökyüzü altında. Ve her dua, birlikte edilen en güzel yemektir.
Muğla’ya geldiğinde rüzgârda zeytin ağacının sesiyle konuşur tabiat. Bir köy kahvesinde sırtını duvara yaslayıp kıyamete kadar sürecek bir öğleden sonrayı yaşarsın.
Aydın’da incir kokar sokaklar, ama sen çocukluğun bahçesindeki dalların arasından bakan gözlerini hatırlarsın. İncir değil, bir bakış düşer kalbine.
Denizli’de beyaz, sadece Pamukkale değil, bir annenin gülüşü, bir çocuğun elleri, bir sabahın telaşsızlığıdır.
İzmir’de bir vapurun arkasından bakan gözlerin hep aynı hüznü taşır. Çünkü orada vedalar bile denizle süslenir, ama hiçbir zaman tam bitmez.
Manisa’da bir mesir macunu gibi karışıktır hayat: acı, tatlı, buruk. Orada ne alırsan, al şifa olur zamanla, şifa.
Balıkesir’de zeytin taneleri gibi birbirine tutunur insanlar. Sessizdirler, ama birlik beraberlik konuşur her sofrada.
Çanakkale’ye geldiğinde kalbin durur bir an. Toprağın altında yatan yiğitler, sessizce dokunur omzuna. Bir yudum su içmeye utanırsın bazen, bu kadar susuz bir şehri görünce.
Kahramanmaraş’ta bir şiir gibi başlar sabah, çünkü burada kelimeler dondurma gibi soğukta bile damakta kalır. Ve her sokağın ucunda bir şair bekler mısra gibi.
Tekirdağ’da rüzgâr bir başka eser, ama sende kalır her dönüş. Çünkü orada bile İstanbul’un kokusu vardır ufukta.
Edirne’de Selimiye’nin gölgesine sığınırsın, taşların anlattığı şey bir mimari değil, bir millet duasıdır.
Kırklareli’nde bir şarkı başlar uzaktan, ne tam roman ne tam bir türküdür, ama içinden geçen her şeyin notasına denk gelir.
Giresun’da bir fındık bahçesinin gölgesinde büyür anılar. Toprağa düşen her kabuk, bir hatıranın kabuğu gibi çatlar içinden. Sessiz bir çocukluk geçer gözlerinin önünden.
Ordu’da bir yamaçtan denize bakarsın. Ne yana dönsen mavilik… Ama gözünün içinde hep bir eksik bakış saklıdır.
Samsun’da rüzgâr değil, tarih eser yüzüne. Bir milletin ayağa kalkışı gibi sert ama umut doludur kıyılar.
Sinop’ta bir hücre duvarında kalır bakışın, özgürlüğün kıymetini bir tek o dar pencerede öğrenirsin.
Kastamonu’da eski bir konağın verandasında oturur zaman. Tarih, çayla servis edilir bir ahşap tepside.
Karabük’te demir kokar hava, ama insanlar sıcaktır, tavında dövülmüş bir tebessüm gibi.
Bartın’da bir ırmakta ilerler sessiz bir sandal. Kimse yüksek sesle gülmez, çünkü burada su bile edep sahibidir.
Zonguldak’ta bir kömür ocağına benzer kalbin. İçin karanlıktır bazen, ama derinlikte hep bir kıvılcım.
Bolu’da ormanlar değil, suskunluk sarar yolunu. Ve sen bir göl kenarında karşılaşırsın kendinle.
Düzce’de toprak anlatır acının diliyle, yeniden kurulan her ev yeniden kurulan bir umuttur orada.
Ankara’da bir devletin kalbi atar soğukkanlı. Ama sen, Kızılay’da bir bankta oturan yaşlı adamın gözlerindeki yorgunluğu görmeden, sarmadan geçemezsin.
Eskişehir’de gençliğin sesi akar Porsuk’tan. Bir bisiklet sesiyle zaman geriye döner, ve koca şehir bir üniversite çantasına sığar.
Kırşehir’de bir bozlak gibi titrer havada hüzün. Neşet Ertaş’ın sesi bir taş duvarda yankılanır.
Kırıkkale’de demir yolları çizer kaderi. Her tren, bir gidişin geride bıraktığı sessizliktir.
Aksaray’da bir çöl yelinin anlattığı masallar vardır. Güneş altında büyür gölgeler ama küçülmez umut.
Kütahya’da çini gibi işlenmiştir her anı. Ve renk renk işlenmiş bir duvar tabağında asılı durur her anı.
Afyonkarahisar’da bir sucuk kokusu sarar sokağı, anneler gibi sabırlı, taş gibi dayanıklı bir dağ hissedersin kalbinde.
Uşak’ta bir kilim serilir zamana. Her ilmekte bir yörük duası gizlidir.
Ağrı’da bir dağ dokunur gökyüzüne, ama sen dağın gölgesinde kalmış çocukları düşünürsün. Büyümek, bazen sadece üşümemek demektir çünkü.
Iğdır’da güneş bir başka doğar sabaha, sınırlar çizilmiştir haritada ama gökyüzü hâlâ dua edenlere ortaktır.
Ardahan’da bir yel eser geçmişten. Kürk mantolar gibi kalındır sessizlik, altında hep bir hasret üşür.
Tunceli’de dağlar konuşur Alev bir dille, bir cem olur vadiler ve su gibi akarken her şey, her şey susar, bir tek inanç konuşur.
Bingöl’de her tepe bir yalnızlıktır, yol uzun, gönül yorgundur, ama yıldızlar hep yakındır gökyüzünde.
Muş’ta bir annenin dizine yaslanır zaman, yorgan altındaki çocukluk hâlâ üşür o taş evlerde.
Elazığ’da bir türkü uzanır Harput’un yamaçlarından. Söz biter, saz devam eder. Çünkü acı, bazen dile değil tele yakışır, tele.
Malatya’da bir kayısı gibi sarkar anılar. Dalı kurur bazen geçmişin, ama güneşte kuruyan meyve gibi tatlı bir burukluk kalır geride.
Batman’da bir petrol kuyusunda değil, bir çocuğun gözbebeklerinde saklıdır zenginlik. Sokaklarda yankılanan ayak sesleri, bir masalın kırık aynasıdır.
Siirt’te bir battaniyeye sarılır gibi sarılır insanlar birbirine. Sessizdirler, çünkü sözün yükünü doğarken almışlardır omuzlarına.
Şırnak’ta bir taş düşse, dağlar ürperir. Ama insanlar, yine de ekmeği böler, göğsünü açar rüzgâra.
Osmaniye’de bir nar bahçesinde çatlar hayat. İçinden dökülen kırmızı, ne savaştır ne keder, sadece bölünmeden atan kalptir…
Kilis’te bir sınır kapısının aralığında iki ülke arasında büyür çocuklar. Bir yanı ana dili, bir yanı suskunluk olan…
16 Temmuz 2025 / 14:07
𝓡𝓪𝓶𝓪𝓴 𝓚𝓪𝓵𝓭𝓲 / Samim İĞDE
5.0
100% (1)