Kötülük etmeden pişman olmanın en iyi şekli, iyilik etmektir. bretonne
Muhannetin kapısı (Öykü)
Önsöz Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
13. Bölüm

Ne zaman inansam

50 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Suna’nın limon sarısı yüzündeki acının ifadesi tarif edilemezdi.
Kapıyı açan Emma’nın( Emma da yine iş yerinden Yunan asıllı arkadaşıydı Atiye ile çok sıkı fıkıydılar ve yine aynı işyerinde n Celal'in arkadaşı Yılmaz'ın sevgilisiydi ) omuzlarından başını kaldırarak odanın ortasındaki masada oturan kocasını görmeye çalıştı. Ancak Emma’nın şaşkınlığına aldırmadan, şiddetle kadını sol tarafa itip, rakı masasının başındaki—az önce neşesi tavan yapmış—Celal’in yanağına tokadı kondururken, bir yandan da ağzına geleni saydırdı:

“Sen hiç utanmaz mısın? Boyunca çocukların oldu, hâlâ kadın kız peşindesin! Yeter artık, bıktım senden! Defol git!”

Celal, kadınların yanında karısından yediği tokattan utanç duymuş olacak ki; hamile olan eşine tekme tokatla girişti.

Açık duran oda kapısının önünde olan biteni izleyen çocuk, babasının yaptığının ne kadar büyük bir suç ve yanlış olduğunu sezmişti. Ancak bir de üste çıkar gibi davranarak annesine saldırması, onu yerlerde sürüklemesi, seyreden evladın canına tak etti.

Acıyla bağırdı:

“Bir daha evimize gelme! Sen adlı bir babamız yok bizim!”
Masanın başındaki diğer ikinci erkek, Sinoplu Yılmaz Bey:

— Ayıp, günahtır Celal Bey! Yenge hamile, vurma artık! — diyerek, Atiye ve Emma’nın yardımıyla Suna’yı kocasının elinden alıp dışarı çıkarttılar ve evine gönderdiler.

Suna, hıçkırıklarını kızından gizlemeye çalışsa da içinde adeta volkanlar patlıyordu.
Bir kez daha yaralanıp yıkıma uğramanın, bu adamın değişeceğine dair umudunun boşa çıkmasının acısını en derininden yaşıyordu.
İş arkadaşlarıyla yaşadığı bu aldatılma ise, onun kalbine saplanan en büyük hançer olmuştu.

“Bundan sonra babam değilsin!” diye diye merdivenleri inen Zehra, bir yandan da karnı burnunda annesinin koluna girmişti; düşmesin diye…

Eve vardıklarında Suna’nın dizlerinin bağı çözülmüştü. İçeri girer girmez salondaki kanepeye kendini bıraktı. Zehra hemen mutfağa koşup bir bardak su getirdi, annesinin titreyen ellerine uzattı. Ama Suna’nın dudakları kupkuruydu, suyu tutacak hâli bile kalmamıştı.

Zehra yanına oturdu, başını annesinin omzuna yasladı. Sessizce ağlıyordu. Annesinin gözyaşlarına karışmak istiyordu ama bir yandan da güçlü durmak zorundaydı.

Suna, gözlerini tavana dikip derin derin nefes aldı. İçinde ne varsa, boğazına düğümlenmişti. Konuşmak istese de kelimeler öksüzdü artık. Çocuklarına kurmaya çalıştığı yuvanın tuzla buz oluşunu, bir masal gibi başlayıp kabusa dönen bu hayatı, kendi elleriyle inşa ettiği sevdanın altında kalışını düşünüyordu.
"Ben neyi affettim?"
"Ne zaman yeniden inandım?"
"Bu adam... bu hayat...bana yaşattıkları her defasında aynı şeyleri yaşamak çok yordu beni " diyerek gece boyunca uyuyamadı. Odanın içi sessizdi ama kafasının içi gürültüyle doluydu. Düşünceler birbirine çarpıyor, kalbi her seferinde yeni baştan kırılıyordu.
Yastığı ıslanmıştı, ama gözyaşlarının hangi saatte döküldüğünü kendiside fark edemedi. .

Yine aynı davranışları gördükçe, kocasının değişmeyeceğine ve asla adam olmayacağına kanaat getiren Suna’nın, yıpranmış umutları da yok olmuştu. O gece, gözüne bir gıdım uyku girmeden sabahı etti.

“Neden böyle şeyler yapıyordu? Günahım neydi benim?” diye diye dolanıp durdu evin içinde; gah ağlayarak, gah intizar ederek akşamı etti.

Oysa ne hayallerle gelmişti elin gurbet ellerine... İki kişi çalışıp, kazandıkları parayla memlekette neler yapacaklardı.

Hayallerinin enkazı altında kalmış gibi, nefesi çıkacak sandı kendini.
“Kazandığını buralarda kadınlarla yiyecek... Üstelik benim gözümün önünde yaşanan bu rezillikler beni sağlığımdan da edecek. Çocuk bir doğsun da, gitsin artık! Daha fazla dayanamam bunun ahlaksızlıklarına...” diyordu kendi kendine.

Kavganın olduğu gün, Atiye de sabahlamış, oradan doğruca işe gitmişti. İş dönüşü akşam eve gelip kapıyı kilitli bulunca, defalarca kapıya vurmuş ama Suna ona kapıyı açmamıştı.
Sinirlenen Celal, hiddetlenip kapıya omuz atarak kırıp içeri girmişti.

Aralarının iyi olduğu önceki günlerde aldıkları bir karar vardı: Büyük kızları Zeynep’i, doğacak bebeğe bakması için Türkiye’den getirip yanlarında kalmasını sağlayacaklardı.

Suna, Celal’in Leyla’yı üstüne kuma getirdiği zaman yaşadığı şokun ikincisini, bu kez misliyle yaşıyordu. Günlerce konuşmayıp, Celal’in yüzüne dahi bakmayınca; Celal de fabrikadan on günlük izin alıp, Türkiye’den kızı Zeynep’i getirme bahanesiyle, aslında kafasını dinlemek ve kasvetten kaçmak için, köyünde bıraktığı Leyla’ya koşmuştu.

Gittiğinin bir hafta sonrasıydı.
1974 yılının Temmuz ayının sıcak bir gecesinde, Suna’nın sancısı başlamıştı. Zehra’yı, Niyazi enişteye haber vermesi için gönderdi. Kendisi de hastane için valizini hazırlayıp taksi çağırdı. Üçü birlikte, yaklaşık yarım saat sonra hastanedeydiler.

Acil doğuma alınan annenin, hasta kayıttan yatış evraklarını hazırlatıp dönen Niyazi enişteye; bir kız kardeşi olduğu müjdesini Zehra verdi.

Dünyaya gelen dördüncü kız bebekle, beş çocuklu bir anne olmuştu artık Suna. İki gün hastanede kaldıktan sonra, çıkış günü Niyazi enişte, kundağa sarılı bebeği takside oturan Suna’nın kucağından alıp Zehra’ya verdi. Ardından annenin koluna girip, ikinci kattaki evlerine kadar çıkmasına yardımcı oldu.

Suna, enişteye minnetle teşekkürlerini iletti.



Adını Selvi koydum, kızım. Nasıl buldun?” diyerek fikrini sormuştu Zehra’ya.

“İsmi çok güzel anne. Elleri, yüzü ne kadar da miniminnacık! Kardeşim çok güzel bir kız olacak,” demişti Zehra, gözlerini kardeşinden ayıramadan.

“Bahtı güzel olsun, kaderi güzel olsun kızım…” dedi içini derin derin çekerek.

İri ve simsiyah boncuk tanesi kadar parlak gözleri, pembe bebek teninde nakış gibi duruyordu. Çok ama çok sevimli bir bebekti Selvi.

Lohusalığını tam anlamıyla yaşayamadan ayağa kalkmış, işine gücüne sarılmıştı. Beden olarak sanki hiç doğurmamış gibiydi ama… Sevdiği adam tarafından defalarca aldatılıp sırtından vurulmanın ağır acılarını yaşaması, ruhunda açtığı derin yaralar onu halsiz bırakıyordu.

... annesi gözlerini kaçırdı. Dudakları titredi ama konuşmadı. O gözleri, Zehra’nın içini yakacak kadar yorgundu.
Bir zamanlar masal anlatır gibi anlattığı o yoksulluk ve çocukluk günleri şimdi gerçek bir acının yankısıydı yüzünde.

Zehra, annesinin ellerini tuttu — yıpranmış, çatlamış, ama hâlâ sıcak ellerini.
“Anne... Sen anlatınca sanki her şey daha kolay geliyordu bana. Şimdi neden susuyorsun?” dedi, sesi fısıltıdan ibaret.

Annesi yavaşça başını eğdi,
"Yavrum... Susmak da bir nefestir bazen. Konuşursam... içimdeki yangın taşar."

Zehra gözlerini annesinin gözlerinde sabitledi. Bu söz, annesinin bugüne kadar gizlediği tüm acıların bir özeti gibiydi.
O an, Zehra sadece bir kız çocuğu değil, annesinin yaralarına tanıklık eden genç bir kadın olmuştu.

Yanaklarından süzülen yaşları silmeden konuştu:
"Sen susarsan, ben yanarım anne. O yüzden... ister masal gibi, ister ağlayarak, anlat ne olur."

Annesi derin bir iç çekti.
“Eskiden sadece yoksulluktan korkardım Zehra... Şimdi insanın insana ettiği zulümden korkuyorum.”

Zehra’nın gözleri doldu ama başını eğmedi.
"Ben buradayım anne. Artık birlikte taşıyacağız ne varsa içinde sakladığın."

Odada ağır bir sessizlik oldu. Ardından annenin titrek sesi, yıllar öncesinden bir türküyü mırıldanarak yükseldi…
Zehra dizine başını koydu. Saçlarına düşen yaş, artık sadece annenin değil, her ikisinin göz yaşıydı.

Annesinin bu hüzünlü haline dayanamayan Zehra, annesinin üstüne kuma geldiği bebeklik günlerinde, farkında olmadan dizine başını koyduğunda, saçlarına ve yüzüne dökülen gözyaşını bu sefer ergen bir kız olarak anlıyor, anlamlandırıyor; bir taraftan da ona acıyordu.

Köylerindeki çocukluk günlerinde acı hayatını bir masal gibi anlatan annesine sokulup,
“Anne, buraya gelmeden önce yaptığımız gibi benimle konuşmak ister misin?” diye elinden geldiğince annenin ruhuna biraz su serpmeye çalışsa da...

Annesi,
“Yok kızım, nesini konuşayım? Olan biteni sen de yaşayıp gördün. Ah kızım! El kadar çocuğun yaşayacağı şeyler miydi bunlar hiç? Ne kötü talihim varmış, burada da buldu,” diyerek içini geçirdi ve gözleri dolu dolu karyolanın kenarına oturup bebeği emzirmek için kucağına aldı.

Suna’nın doğum izni bitmiş, işbaşı yapmıştı. Türkiye’deki köylerinden babasıyla Almanya’ya gelen abla Zeynep, bebek Selvi’nin bakımını üstleniyor, Zehra da okuluna devam ediyordu.

Suna, kocasının Türkiye’den dönmesine hiç sevinmemiş; aynı şeylerin tekrar başına geleceği kaygısıyla Celal’e eskisi kadar yüzüne, gözlerine bakmıyor ama kötü söz de söylemiyordu.

Birlikte yine aynı servisle, aynı iş yerine gidip geliyor; çocukları daha fazla üzmemek için evde de kavga etmiyorlardı şimdilik.



Celal’in kadınlarla ve iş arkadaşlarıyla haşır neşir halleri devam ederse, Suna daha önce onu açıkça uyarmıştı:
“Bir daha gözünün yaşına bakmam! Gider, polise şikâyet ederim; yurt dışı ettiririm seni.”

Ama bu sırada, Türkiye’de yaşananlar da koynunda bambaşka hikâyeler saklıyordu.
O hikâyelerden biri de Aysel’in küçücük dünyasında sessizce büyüyen bir çığlıktı.

Üvey annesinin buyruklarına, henüz altı yaşındaki zayıf bedeniyle yetişmeye çalışıyordu Aysel. Yapamadığı işler yüzünden azar işitiyor, dayak yiyordu çoğu zaman.
Bir gün, Sadık dedesi kapılarının önünden geçerken evden gelen ağlama sesini duyup içeri girmişti. Küçük kızın dövüldüğünü gözleriyle görünce, bastonunu öfkeyle kadına doğru kaldırıp gürlemişti:

“Gücün bu sahipsize mi yetiyor senin?!”

Kızın üzerine abanmış zulmün önüne bir set gibi dikilmişti yaşlı adamın öfkesi.
-------------------

“Almanya’ya dönerken anasına bir mektup yazacağım,” dedi kararlı bir sesle. “Alsın götürsün çocuğu, elinin altında eziliyor. Hadi kızım, benimle gel. Bundan sonra ben bakarım sana.”
Böyle deyip bir süreliğine yanına aldı torununu; hem göz kulak olmak, hem de yüreğini biraz olsun ferahlatmak için.

Bu arada Celal ile Suna, birkaç yıl boyunca Almanya'da dişlerinden tırnaklarından artırdıkları parayla, köydeki tarlalarının yanına bir ahır ve samanlık yaptırdılar. Yaz iznine gittiklerinde, içine birkaç sağılan inek alıp, ahırı doldurdular.

Suna, kumasına akıl verir gibi konuştu: “Çoluk çocuk sefil olmasın. Bol bol peynir, çökelek, tereyağı yaparsınız. Bir dahaki izne geldiğimde, elin kapısına süt yoğurt için gitmek istemiyorum. Fazlasını da yazın köye gelen şehirli köylülere satarsınız. Hayvanlara iyi bakılırsa, yemi de çıkar üstelik.”demişti.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL