Önsöz
Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
Komando eğitimine gitmeden, iki eşini ve çocuklarını trene bindirip köyüne gönderir. Foça’da başlayan komando eğitiminin zor olması ve yine birlikte eğitim yaptığı arkadaşının dağ tırmanışında kazayla düşüp hayatını kaybetmesi, Celal Çavuş’un görevden istifa etmesine neden olmuştur.
Eğitimini tamamlamadan, görev yaptığı karakola dönüp istifa dilekçesini verir ve görevden ayrılır.
İlk işi, köyde baba evine gönderdiği eşlerine haber verilmek üzere Sadık Baba’ya bir telgraf çekmek olur.
Telgraf Sevgili ağam, Öncelikle ellerinden öperim. Komando eğitimi çok zordu, yarıda bıraktım. Görevden istifa ettim. Sebebini gelince anlatırım. Gelinlerine söyle, eşyaları da alıp temelli döneceğim. Herkese selamlar.
Oğlun Celal Telgrafı okuyan Sadık Ağa, neye uğradığını şaşırır. Gelinlerini yanına çağırıp durumdan bahsetse de, içi hiç de rahat değildir.
Tarla, arazi desen, Sadık Ağa’nın diğer çocuklarına bile yetmezken...
Sadık Ağa telgrafı katlayıp cebine koyduktan sonra usulca kalktı yerinden. Bastonunu duvardan aldı, ağır adımlarla avluya çıktı. Arkasından gelinlerin fısıldaşması duyulsa da hiçbirine dönüp bakmadı. Gökyüzünde ağır ağır süzülen bulutlar gibi, onun da zihni karmaşık düşüncelerle doluydu. Bir tarafta oğlu Celal’in heba olan geleceği, diğer tarafta geride kalanların yükü... Bu habere en çok üzülen sen Şuna olmuştu. Elleri kucağında kenetlenmişti. Gözyaşı yoktu, alışkındı ağlamamaya. Ama içi yangın yeriydi.
Dönüş
Tazminatını aldığı gün, kararını da cebine koydu Celal. Yıllardır biriktirdiklerini, bir çırpıda ayıkladı: Evde ne varsa çift olan; birini sattı. Yükü hafifledi... Ama yüreği ağırlaştı.
İki kat yün döşek, bir dikiş makinesi, birkaç kap kacak... Tüm geçmişini, bir trenin yük vagonuna yükleyip çıktı geldi köye.
Yokuşun başında göründüğünde, ev halkı şaşkınlıkla yerinden doğruldu. Kimse beklemiyordu onu böyle ansızın. Ne bir mektup, ne bir haber... Ama gözlerinden belliydi: Bu dönüş, dönüş değil; bir vedaydı aslında.
Kapının eşiğinde durdu Celal. Toz içinde, güneşte yanmış ellerini dizlerine dayadı. Ev halkı suskun... Gözler Celal’de. Sanki herkes onun ağzından çıkacak o tek cümleye kilitlenmişti.
Sekiz, belki de on yıl süren bir görevdi ardında bıraktığı. Sabah kalk, emir al. Akşam dön, hesap ver. Özgürlük yoktu. Vicdanı hep köşede sus pus. İçinden kopan ses, “Ben bu hayatı istemiyorum artık,” dese de diline dökmesi kolay değildi.
Bir eğitim... Komando eğitiminde yaşadığı o acı olay, son darbeyi vurmuştu. Arkadaşını gözünün önünde yitirmişti. Sustuğu her gün, içindeki fırtına biraz daha büyüdü. Ve o gün, istifa kâğıdını masaya koyduğunda omuzlarından büyük bir dağ inmişti sanki.
Odaya girdi. Sırtındaki heybesini yere bıraktı. İç çekti. Ve konuşmaya başladı:
— “Komando eğitimindeydik... Bir arkadaşım gözümün önünde düştü. Canımın yarısı, o uçurumun dibinde kaldı. O günden beri anladım ki ben artık emre göre değil, vicdanıma göre yaşamak istiyorum... İçim içimi kemirdi yıllarca. Artık yetti.”
Halime Ana, gözyaşlarını sildiği yazmasının ucunu sıktı. Yavaşça oğlunun yanına geldi. Diz çöküp ellerini oğlunun dizine koydu. Sesinde hem dua hem sitem vardı:
— “Oyy oğulll... İyi etmişsin gelmekle. Canından önemli değil ya... Rabbim kimseyi nasıpsız goymaz oğul...
Ana duygusallığının samimi söylemleri, Celal’in huzursuz yüreğine su serpmişti. Orada bulunan herkes, bu sözlerin ardından daha fazla bir şey demeden susmayı tercih etti elbette. İstifaya en çok sevinen ise ağabey Hasan olmuştu. Dışarıya çok yansıtmasa da, içten içe “Ohh oldu!” der gibiydi bakışları.
O gece; Celal ve ailesi, baba evinin geniş hayadındaki sıraya serilen yer yataklarında sabahı ederken, Suna’ya uyku hiç uğramamıştı. Gözleri, çamdıdaki mertekleri sayarcasına tavana dikilmişti. Değişen yaşam şartlarının ağırlığı, zihninde kara kara düşüncelerle gezinip duruyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla, kocasına dönerek sessiz ama kararlı bir sesle şunları söyledi: “Yedi nüfusla böyle üst üste burada yaşanmaz Celal. Hemen bir çaresine bakalım.”
Köylerde herkesin evi kendine göredir. Eğer evlenen oğulları olursa, evin içinden bir duvar açılarak bir oda daha eklenirdi. Bazen de evin bitişiğine, ayrı kapılı bir ya da birkaç oda yapılırdı.
Sadık Ağa da büyük oğlu Hasan evlenince evin yanına bir oda ilave etmişti. İkinci oğlu Hamdi’yi ise, oğlu olmayan bir ailenin kızıyla evlendirip içgüveyi vermişti.
Altı çocuğunun üçü kız, üçü erkekti. Kızlardan birini başka köye gelin etmiş, diğer ikisini ise kendi köylerine.
Zaten dere yatağında kurulu olan bu köyde, çoğu ev bayırlara yaslanmıştı. Toprak evlerin etrafında fazla boş alan da olmazdı. Ahır, samanlık, kiler hep iç içeydi. Evler ya kayalara, ya da toprak yamaçlara dayanmış olurdu.
Kapılar çoğu zaman bir diğerinin damına açılırdı. Bir evin damı, üsttekinin avlusu ya da dinlenme terası olurdu. Hayat, toprağın meyline, insanın nasibine göre kurulurdu burada.
Sadık ağaların uzaktan akrabaları ve aynı zamanda yakın komşuları olan Yusuf ağaların samanlığı, uzun zamandır boştu. Celal, şimdilik geçici olarak orada kalmalarını babasına teklif etti. Sadık Ağa da gidip durumu Yusuflara anlattı, onlar da razı oldular. Gelinler, bir sabah erkenden kolları sıvayıp samanlığı temizlediler, eldeki avuçtaki birkaç eşya ile taşınıp yerleştiler.
Tam bu günlerde, her yıl olduğu gibi köyleri elinde çantasıyla bir bir dolaşan sünnetçi Aşur da köye gelmişti. Köydeki erkek çocuklarının sünnetini yapıyordu. Suna da dört yaşına basan oğlu Selim’i sünnet ettirmeye karar verdi. Kayınbabası Sadık Ağa’dan, çocuğu sünnetçinin önünde tutması için ricada bulundu.
O yörenin adetidir: Dedeler, sünnet olan torunlarına mutlaka bir hediye alırlar. Sadık Ağa da bu geleneği yerine getirerek, torunu Selim’e iki yaşında, yakında yavrulayacak bir düve hediye etti. Suna, yaklaşmakta olan yokluk günlerinin farkındaydı. Bu hediye, yüreğine biraz serinlik, yüzüne azıcık sevinç getirdi. Tüyleri altın sarısı bu güzel düveye “Altın” adını koydu, severek bağrına bastı.
Öte yandan Celal, görevinden ayrıldığında aldığı kıt kanaat tazminatla, elektriği dahi olmayan köylerinde bir kuluçka makinesiyle civciv üretme işine girişti. Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Ne makineler, ne civcivler, ne de umutlar yeşerdi. Elindeki bütün parayı da bu işte batırır.
Leyla, bu arada ikinci kız çocuğunu dünyaya getirir. Samanlıktan bozma, rutubet kokulu bu evde sekiz nüfus bir arada yaşarken hayat iyice zorlaşır. Geceleri karanlıkta ortaya çıkan kara fatma böceklerinin çocukların üzerlerinde gezinmesi, her gece ağlayarak uyanmalarına neden olur. Bu sefalet sadece Suna’yı değil, Celal’i de derinden yaralar. Yeni çareler aramaya koyulur. Daha önce sel felaketleri yaşamış bu köyün dere dibindeki evlerinden uzaklaşmak artık kaçınılmazdır.
Üç kilometre ötede, yamacın hemen ardında, tren yoluna ve şoseye yakın bir yerde yapılan yirmi yeni evden birinin satıldığını duyar ve fırsatı kaçırmaz. Evi satın alır. Alt katı iki göz bodrum, alçak tavanlı; üst katı ise genişçe bir hole açılan dört odalıdır. Taşınmaları kısa sürede gerçekleşir.
Odaların biri mutfak olarak düzenlenir, diğerleri yatak odasıdır. Yeni yerleşim yerinde henüz okul yoktur. Baba çavuşluk görevini şehirde sürdürürken, büyük kızları Zeynep, şehirde başladığı okuldan ayrılıp köydeki okula üçüncü sınıftan devam eder. Zehra ise birinci sınıfa başlar. Bu yeni yerleşimde yaşayan yirmi hanenin çocuklarıyla birlikte, kar kış, yağmur çamur demeden köydeki okula gidip gelirler.
Bu arada Suna, dördüncü çocuğu Aysel’i de dünyaya getirir.
Çocuklar, çok anlamasalar da anne babalarının tartışmalarından ve kavgalarından etkilenirler. Suna, eski varlıklı günlerin bir daha geri gelmeyeceğinin farkındadır ve yoksulluk kendini iyiden iyiye hissettirmiştir.
Celal, ikinci eşi Leyla’yı ve ondan olan çocukları da alarak İzmir’e çalışmaya gider. Suna, bir oğlu ve üç kızıyla köyde kalır. İzmir’den çalışıp para göndereceğini söyleyen Celal, bırak göndermeyi, üstelik İzmir’e çalışmak için gitmiş olan köylülerinden Abbas’tan da borç para alır.
Aradan altı ay geçmesine rağmen, aldığı parayı ödeyemeyen Celal’in kirada oturduğu, iki odalı, beton damlı; ana yola en az yüz merdivenle inilen ve kapısı bu merdivenlerin önündeki eski, betonu iyice çatlamış sahanlığa açılan bina kapısının zili çalar.
Gelen, köylüsü Abbas’tır. Selamlaşma, “Hoş geldin” faslından sonra, çok beklemeden konuya girer Abbas.
“Celal gardaş, ben iki güne kadar köye dönüyorum. Bi zahmet, şu aldığın borcu ödesen iyi olur. Ne de olsa buralara çalışıp para kazanmaya geldik, elimiz boş gitmeyelim şimdi. İzmir’de bile havalar iyice soğudu,” dedi Abbas, sesi ne sitemkâr ne de kırgındı, ama ikisinin ortasında bir yerden vuruyordu.
Celal’in yüzü asıldı. Başını eğdi, dudaklarını birbirine bastırdı. “Abbas gardaş, vallahi haklısın, epeydir aklımda. Ama işte… hiç böyle olacağını bilemedim. Bir de tuttum, ikinci hanımı çocukları da getirdim. Kira, elektrik, su, evin geçimi derken... vallahi tek kuruş biriktiremedim.”
Abbas, bir yandan Celal’in umarsız, boynu bükük hâline bakıyor, bir yandan da içinden kendine öfkeleniyordu: "Yememişim, içmemişim, inşaatlarda çamurun içinde yatarak üç kuruş biriktirmişim... Onu da buna kaptırdım. Şimdi bu mu doğru olan?" Yutkundu. Dilinin ucuna gelenleri geri itti. Gözünü karşı binanın paslı çatısına dikti. O çatıya değil, kendi çaresizliğine bakıyordu aslında.
Sonra dayanamayıp dedi ki: “Bak Celal gardaş, ben sana söz verdin diye borç verdim. Kaç aydır bekliyorum... 'Ha bugün verir, ha yarın' derken, kendi paramı istemeye bile yüzüm yerde geldim. Zaten bu sene işlerim rast gitmedi. İnşaatın ikinci katını sıvarken iskeleden düştüm, kolumu kırdım. Hastane masrafları, bir de kol böyle olunca fazla çalışamadım. Elimde ancak yol param var, bir de çocuklara iki parça giysi alacak kadar. Ben sendeki paraya güvenmiştim. Şimdi bu kış kıyamette, ne yer ne içer çocuklar köyde?”
Derken, sanki borçlu olan Abbas’mış gibi, Celal’in yüzü bir kızarıyor, bir bozarıyordu.
Celal’in aklına hemen bir kurnazlık geldi.
“Bak ne diyeceğim Abbas gardaş,” dedi hafifçe yana eğilerek, “köye gidince doğru benim büyük hanıma uğra. De ki Celal gönderdi. Altın İnek Suna’yı al, borca sayalım. Böylece ödeşmiş oluruz, ha ne dersin?”
Abbas boynunu iki yana bükerek, isteksizce “Tamam,” dedi. Kapıdan çıkarken mırıldanıyordu kendi kendine; içinden değil, dışından düşündü, Celal de duysun ister gibiydi:
“Adama bak hele ya… Güzelim mesleğin kıymetini bilmedi. Üstüne bir de ikinci kadını getirmiş, burada paşa gibi yaşıyor. Zavallı köylüm Suna’ya ne para göndermiş, ne selam… Şimdi de elindeki son ineği almamı söylüyor. Ne sorumsuz adam çıktı bu Celal, yahu!”
İn in, bitmeyen merdivenlerin sonundaki asfalt yola kadar çelişkilerle dolu konuşmalarını sürdürerek, bir acıyordu Suna'nın; dört çocukla köyde unutulmuşluğuna, yalnızlığına.
Sonra, “Bana ne, ben çocuklarımı düşünmek zorundayım... Acırsan, acınacak olursun oğlum Abbas,” diyordu kendi kendine.
1969 yeni köye göçüş
Onca sel ve taşkından sonra, mal ve can zararına göre karar verilmişti aşağı köye yapılan yirmi hanenin önceliğine. Fakat yukarı köyde kalanlar, aileler içinde yeni temeller atılıp evler yapılmaya başlanmıştı o yıl.
Halime Ana, Sadık Ağa, büyük oğlu Hasan ve ortanca oğlu Hamit, diğer köylülerle okulda yukarı köyde kalmıştı.
Sürekli başı ağrısı çeken Halime Ana’ya felç gelmişti. İlçe ve vilayetteki doktorlara götürülmüş, hatta hastanede kısa bir tedavi görmüş olsa da yatalak olarak kalmıştı. Evde, gelin ve kızlarının bakımına muhtaç olmuş; kimseye bağımsız olarak yiyip içemiyor ve konuşamıyordu artık.
Kısıtlı köy şartlarında, hayata dört elle sarılan Suna, çocuklarını kimseye muhtaç etmemek için canla başla çalışıyordu. Bazen komşu tarlalarına yevmiye ile şeker pancarı çapası yapıyor, orajla nohut, mercimek yolumuna gidiyor; boş zamanlarında ise çocuklarını da yanına alıp patoz edilmiş buğday tarlalarından dövmelik başak topluyordu. Herkes buğday ekmeği yerken Suna, ucuz olsun diye arpa unundan ekmek yapıyordu.
Kış günlerinde ise köydeki kadınlara entari, şalvar; kızlara çeyizlik ve bayramlık kıyafetler dikip evin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor, arada da yukarı köyde yaşayan kayınvalidesi Halime Ana’ya bakmaya gidiyordu. Halime Ana ona iyi bir ana olmuştu; hep koruyup kollamıştı. Elinden bir şey gelmese de böyle yatalak olmasına çok üzülüyordu.
Suna, o gün öz teyzesinin ekmek fırınını yakmak için, odunların bulunduğu bahçe çitinin kapısına doğru yürüyordu ki arkasından bir sesin: “Suna bacııı!” diye seslendiğini duydu. Döndüğünde Abbas’ı gördü ve bahçe kapısının önünde bekledi. “Suna bacı, az bekle, sana diyeceklerim var.”
“Buyur Abbas Ağa!” Selamlaşıp “hoş geldin”lerden sonra... “Suna bacı, ben İzmir'den geleli bugün on gün oldu. Sana bu konuyu nasıl açacağımı çok düşündüm. Çünkü bu olaydan sen bihabersin ve içinde de yoksun. Fakat kocan Celal söyledi de geldim. Yoksa ölsem seni rahatsız etmezdim. İyi kötü tanırsın bizleri; çocukluktan beri komşuyduk ya yukarı köydeyken.”
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.