Hastane duvarlarına, ölümün ritmini belirleyen o mekanik ses çarpıyordu: …bip… bip… bip… Her bir bip, duvardaki gölgelere vuruyor; gölgeler de odanın ortasında soluk soluğa yatan adamın etrafında sanki ağırlaşarak dolaşıyordu. Monitörün ışığı, floresan lambaların titrek aydınlığıyla birleşince, oda neredeyse bir mezar kadar soğuklaşmıştı. Nefesi giderek incelen, göğsü her çırpınışında biraz daha boşalan adam, sanki bedeninden yavaş yavaş kopuyordu; hayata bağlı son iplikleri çözülmek üzereydi. Sedyede yatan bedenin yüzünde bir tuhaflık vardı. Adamın yüzü insanın kendisiyle son bir kez konuşmak için yarattığı bir hayalet gibiydi. Göz kapakları aralıktı, ama bakışın nereye yöneldiği belirsizdi; belki hiçliğe, belki pişmanlığın duvarlarına, belki de daha önce hiç görmediği bir karanlığa. Bu halde bulunan bir insanın nefesin bazen yavaşlar, bazen de hızlanır; ama onun nefesi artık tamamen yabancı bir ritme evrilmişti. Sanki yaşamak istemeyen bir kuş, kafesin içinde son kez kanat çırpışı gibiydi. İşte ben, tam o anda oluşmaya başladım. Ölüme yaklaşan gözlerin içinde, önce bir yanma hissi belirdi; ardından içsel bir ağırlık, boğazdan kalbe doğru çöken keskin bir sızı… Bu sızı, bir insanın hayatında biriktirdiği tüm pişmanlıkların, yarım kalmış cümlelerin, söylenmemiş özürlerin, gecikmiş sarılmaların ve yanlış zamanlarda verilmiş kararların tortusuydu. Gözlerinin kenarında bir sıcaklık toplandı. Ben, o sıcaklığın içinden doğdum. Göz kanalı beni itiyordu; ama düşüşüm bir acıdan daha çok bir gerçeğin zorunluluğuydu. Sedyede yatan adam nefesinin son kırılma noktasına geldiğinde, gözlerini tam kapatamadan bıraktığında; ben, o anda, zamana ait olmayan bir noktadan kopup düştüm. Normalde yere düşmem gerekirdi; yüzünü ıslatıp, yavaş yavaş kurur ve yok olurdum. Ama o an normal değildi. Zaman, bir kumaş gibi yırtıldı; gerçeklik, bir perde gibi hafifçe aralandı. Ben, gelecekte akması gereken bir damla olarak, o soğuk odadan ayrıldım ve bir karanlığın içinden geçerek geri döndüm. Burak o sırada kendi yatağında yatıyordu. Gece yarısıydı. Pencere aralıktı; şehirden gelen uzak uğultu odanın sessizliğini bölmeden havada asılı duruyordu. Birden nefesi sıkıştı, göğsü daraldı ve elleri yatağın çarşafına kenetlendi. O soğuk hastane odasının görüntüleri beyninin içine bir bıçak gibi saplandı. Kendi ölümünü görmenin ağırlığıyla gözleri açıldı ve o anda, ben yanaklarına düştüm. Sıcaktım. Sanki sedyedeki beden, ölümün son sıcaklığını ona emanet etmişti. Koleksiyoner, kendi ölümünü görmenin keskin acısını taşıyan o sıcaklığı yanaklarında hissedince, uzun bir süre kıpırdayamadığı gibi nefesini de toparlayamadı; kalbi içeriye doğru çökerken gözleri bana takıldı. Benim varlığım, rüyanın kâbus olmadığının kanıtıydım. Rüyası onu kandırmamıştı; ben gerçekten, gelecekte ölecek hâlinin gözünden kopup gelmiştim. Aradan uzun zaman geçti. Belki aylar, belki yıllar. Ama o gece yaşadığı şey, koleksiyoncunun varlığını kökten değiştirdi. O beni sakladı. Bir kavanoza koydu. O sıcaklığımı, o ağırlığımı, o anın dehşetini korudu. Sonra, bir gün, beni avuçlarının arasına alıp uzun süre konuşmadı. Nefesi bana değdiğinde söylediği cümle hâlâ hafızamdadır: “Hiçbir duygu kaybolmasın istiyorum. Benimkiler bile… özellikle benimkiler.” İşte koleksiyonun başlangıcı böyle oldu. Bir insan, kendi ölümüne tanık olduktan sonra geçmişini de geleceğini de tutmak ister. Çünkü ölümün soğuk yüzü ona şunu göstermişti: Unutulan her duygu, sanki gerçekten ölmüş olur ve bu durumda da ölen bir duygu onu gerçekten öldürebilirdi. Ben, geleceğin o karanlık odasından kopup gelen tek damla, böylece bir koleksiyonun ilk parçası oldum. O günden sonra hiçbir gözyaşı onun için sıradan olmadı; hiçbir duygu değersiz kalmadı. Çünkü o artık biliyordu: Bir damla bile tüm bir hayatın özetiydi.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.