5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
746
Okunma
Ona Priene yolunda rastladım. Yolun Maiandros nehrinin kıvrımlarını takip etmeyi bırakıp dağın eteklerine tırmanmaya başladığı noktada, o bölgede pek de sık rastlanmayan bir çınarın altında oturuyordu. Sabah erken vakitte yola çıkmanın verdiği yorgunlukla, selam verip ağacın gölgesinde oturmak için izin istedim. Beni duydu mu, emin değilim. Ondan bir cevap gelmeyince ben de bir taşa sırtımı dayadım.
Fazla bir yüküm yoktu. Elimdekini çalmaya kalksa paçavralardan başka bir şey götüremeyecekti. Yaşım da ileriydi. Bu noktadan sonra köle pazarında değerim de olmazdı. O da zaten hırlı birisine benzemiyordu. Üzerinde gösterişsiz bir tünik vardı. Bir heybesi ya da çıkını olmamasından onun civardan olduğuna tahmin ettim. Sohbet etse sorardım ama benimle uzunca bir süre hiç ilgilenmedi.
Sessizlik içinde oturduğumuz düşünülmesin. O benden yana bakmıyordu, ben de onunla konuşmuyordum; bu doğru. Ama o benim rahatlıkla duyabileceğim bir sesle sövüyordu. Gözlerini yaprakların arasından güneşe dikmiş, ağzına geleni söylüyordu. Başta aldırmamayı denedim ama adam susacak gibi değildi. Yakası kapanmadık küfürleri bir biri ardına sıralıyordu.
“Benim adım Sinope’li Xanthias. Seninki nedir yolcu?”
Bir yerden konuşmaya başlamalıydım. Önce duymamış gibi yaptı. Sonra sövmesini kesip beni süzdü.
“Miletos’lu Archonteas. Köle misin sen?”
“Hür doğdum. Anam da hürdü.”
“İyi öyleyse.”
Bıraksam konuşmayı orada noktalayacaktı ama izin vermedim.
“Güneşe sövdüğünü duydum. İzin verirsen sebebini bilmek isterim.”
“Bu benimle güneş arasında.”
“Aranıza girmeyeyim.”
Yiyecek bir şeyler aramak üzere heybemi karıştırmaya başladım. Buldum da: Sabah yola çıkarken, ahırında gecelediğim çiftçinin verdiği arpa ekmeği. Kuru geliyordu gerçi ama çiftçi misafirperliği ekmekte kesmiş, yolluk olarak şarabı benim gibi birine çok görmüştü.
Ben yerken Archonteas da ritmini bulmuş, kaldı yerden devam ediyordu. Çiftlerin arasına girmemeli, kavga gördün mü kaçmalı gibi bilgelikleri bir kenara bırakmaya karar verdim.
“İşe yarıyor mu?”
“Nasıl?”
“Bir süredir sövüyorsun da. İşe yarıyor mu? Güneşin yüzü kızarıyor mu? Ya da alınganlık gösteriyor mu?”
“Önemli değil ki. Apollon’a canım sıkkın, saydırıyorum. O da sıkıysa ardına geleni önüne koymasın.”
“Ah...”
Yemeğe devam ettim. Kendisine cevap vermediğimi görünce bu defa o sordu:
“Ne o, yoksa alındın mı tanrına laf edince?”
“Alınmadım. Güneş alınmıyor, ben niye alınayım? Gün batana kadar söv istersen. O orada, sen burada. Zaman senin için geçiyor, onun için değil.”
Zaman benim için de geçiyordu. Heybemi toparladım, Archonteas’a baştan savma bir selam verip yola koyuldum. Ben giderken sessizdi. Çok geçmeden tekrar başlayıp başlamadığını duyamayacak kadar uzaktaydım. Önemli de değildi. Önemli olan karşıdaki tepenin yüksekliğiydi. Eğer gölgesi dört yüz elli altı kübitse...