18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1584
Okunma


Molla Ali Osman devam etti.
-İlimsiz din olmayacağı gibi dinsiz ilim de olamaz. Ama ne yazık ki uzun zamandır medreselerde dini ilimler yanında aklî ilimler de öğretilmemekteydi. Sultanımız Mahmud Han’ın ve devlet büyüklerimizin bunu görmüş olması iyilerden biridir.
-Doğru dersiniz de hocam ne zaman ki ilim adına bir şeyler yapılmaya başlanır mutlaka buna karşı çıkanlar olur. Ne yazık ki bu karşı çıkışların arkasında da ulema takımı bulunmaktadır. Mesela Matbaa’ya karşı çıkan ulema takımıdır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın medreselere riyaziye ( matematik ) dersleri koymasına karşı çıkanlar da ulema takımı olmuştur. Hatta ulemanın kışkırtmasıyla değil midir yeniçerilerin zavallı öğrencilere saldırıp pek çoğunu katletmesi.
-Görünüşe bakarsınız…Mesela sen karşı mısın medreselerde riyaziye okutulmasına?
-Karşı değilim de hocam bu derslerin kefere tarafından verilmesi kanıma dokunur.
-Kimdir kefere? Mesela Humbaracı Ahmet Paşa’yı mı kast edersin?
-Evet Hoca’m onu kast ederim. Frenk keferesinin Kont dö Boneval’inden mi öğreneceğiz hesabı hendeseyi?
-Eğer ilim ondaysa elbette ondan öğreneceksin. Öyle olmasaydı Yüce Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve selem Efendimiz ‘’ İlim Çin’de dahi olsa gidin öğrenin ‘’ der miydi? Çinde Müslümanlık mı vardır, Müslüman mıdır Çin ki Peygamberimiz bizi Çin’e bile gitmeye davet eder?
-İyi ama Hocam Humbaracı Ahmet Paşa sadece din değiştirmiş bir Frenk keferesi olmakla da kalmamıştır. O hristiyan olduğu dönemlerde 1716daki Petervaradin Savaşında Türklere karşı savaşmış bir Frenk subayı idi. Pek çok Türkün kanına girmiş birisidir. Ona nasıl güvenilir de ilmimiz, irfanımız onun ellerine teslim edilir?
-Ah bu kavmiyetçilik ah…Halid bin Velid’i düşün. Ona hâşâ kafir diyebilir misin?
-Hâşâ Hocam…O Seyfullah’tır ( Allah’ın Kılıcı ) Ona nasıl kafir denir?
-İyi ama O Uhud Savaşında pek çok müslümanı katletmişti. Demek ki evveliyatına bakarak bir insanın üzerine çizgi atılmıyor. Humbaracı Ahmed Paşa da öyle…Evet bir zamanlar Kont Dö Bonevaldi. Pek çok Türk’ün kanına girdiği de doğrudur. Ama Avusturya ve Rusya’ya karşı kazandığımız zaferde onun Humbaracı ocağında yaptığı ıslahatların çok büyük payı vardır.Bu gün bilir misiniz onun sayesinde bizim tanıdığımız bu coğrafyanın ilk mühendislik okulu açılmıştır. [Avrupanın ilk Mühendislik Okulu olan "Ecole des Ponts et Chaussees" 1747’de kurulmuşken Osmanlı Devletindeki Hendesehane diğer adıyla Humbarahane bundan on üç yıl önce 1734de kurulmuştur.] Ama burada asıl üzerinde durulması gereken mevzu bu değildir. İlk mühendislik mektebini bizim açmış olmamızın bir önemi yok. Önemli olan o okulu yaşatmaktır. Maalesef okul yaşatılmıyor. Yine ulema suretli cahiller ya da kendi çıkarlarını her türlü çıkarın üzerinde tutan hain insanlar sanki dinimiz terakkiye ( gelişmeye ) engelmiş gibi bir hava ortaya çıkararak hendese hanenin çalışmalarını durdurdular. Hani demiştim ya doğrular yanlışlara karışıyor diye…Hendese hanenin açılması çok doğru idi ama çalışmalarına engel olunması ve kapatılması da bir o kadar yanlış olmuştur. Maalesef pek çok gerçek din uleması bile -mesela sen gibi- ‘’ Bir keferenin ellerine mi teslim edeceğiz ilmimiz?’’ diyerek farkında olmadan bu kötülüğe ortak olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Ali Osman Molla’yı dinleyenler edeple boyunlarını büktüler. Hocalarını bazen anlayamasalar da o genelde hep haklı çıkıyordu.
Devam etti Molla Ali Osman.
-Belgrad Antlaşması’yla Osmanlı Devleti yirmi yedi. yıllık bir barış sürecine girdi. Devlet sürekli savaş halinde olduğundan Anadolu’da ve bazı vilayetlerde Ayan adı verilen yöneticiler güçlenmiş ve yönetimi ele geçirmişlerdi. Ayanlar, özellikle merkezi otoriteyi sürdüremeyen, kırsal alanda tımar sisteminin yozlaşması ve zayıflamasıyla denetim gücünü yitiren ve gerek bu boşluktan ötürü, gerekse nüfus artışı ve işsizlikle birlikte baş gösteren iç ayaklanmalar karşısında merkezi devletin de onayladığı yerel savunma milislerinin liderleri konumunda olan ve zaman içinde iltizam sistemi []sayesinde iktisadi olarak da güçlenen, neredeyse devletin taşradaki gayri resmi temsilcileriydi. 1740 yılında Humbaracı Ahmet Paşa’nın çabalarıyla Ayanlar İstanbul’a davet edilerek Adaletname [] çıkartıldı ve Ayanlar’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını bildirmeleri istendi. Bütün bunları hepiniz bilirsiniz hâla Humbaracı Ahmet Paşa ya da başka devlet büyükleri hakkında ırkına bakarak, bir önceki dinine bakarak yanlış kararlar verirsiniz.
-Haklısın Hocam.
-Söyleyin bana Osmanlı Devleti ilk kez topu hangi savaşta kullandı?
-İlk Kosova Savaşında değil mi hocam?
-Evet doğrudur. 1389da il kez top kullandı Osmanlı ordusu. Peki Avrupa ne zaman kullandı topu? 1435 ten sonra..Yüzyıl Savaşları denilen savaşlarda Frenk keferesi kullandı ilk kez. Peki sonra ne oldu?
-Ne oldu hocam?
-Onlar ilerlediler…İlme devam ettiler. Biz ise bu gün yeniden medreselere riyaziye dersi konsun mu konmasın mı bunun tartışmasını yapmaktayız. Riyaziyesiz medrese olur mu? Riyaziye olmazsa ne olur biliyor musunuz?
-Ne olur hocam?
-Topu siz icad edersiniz. Onun sayesinde İstanbul surlarını hallaç pamuğu gibi atar , İstanbul’u feth edip bir çağ açarsınız ama olduğunuz yerde saydığınız için Avrupa tüfengi icad eder siz de ‘’ Tüfeng icad oldu mertlik bozuldu ‘’ diye türküler yazdırırsınız Köroğlu’nuza. Ümid ederim ki anlatabilmişimdir. Din ilme karşı değildir. İlimsiz din olmaz zaten…Dinsiz ilim de olmaz. Bunlardan birini diğerine tercih ettiğiniz zaman gerileme, çökme kaçınılmazdır. İkisi birbirine müsavi gidecek. Ne din için ilmi terk edeceksiniz ne de ilim için dini. Yunus Emre ne güzel demiş: ‘’ ilim ilim bilmektir…İlim kendin bilmektir…Sen kendini bilmezsin..Bu nice okumaktır…Bunca ilmimiz bize hâla Yüce Peygamberimizin ‘’ İlim Çin’de dahi olsa onu alınız ‘’ hadis-i şerifinin manasını öğretememişse yaptığımız şeyin ilim tahsil etmek değil bir sürü kitaba hamallık etmiş olan eşeğin eşekliğinden ne farkı var?
1740lı yıllarda gerçekten de mertlik bozulmuştu. Bunun tüfengin icad edilmesiyle ne kadar ilgisi var orası tartışılırdı ama mertliğin bozulduğu tartışılamaz bir gerçekti.
1740 yılında Avusturya Kralı Karl ölmüş ve yerine geçecek erkek evladı olmadığı için tahtı kızı Marie Therese’ye kalmıştı. İşte bu durum Avrupa dünyasında yeni bir namertliğin başlamasına neden oldu. Prusya’lı Frederick, 1740 yılı 20 Ekim tarihinde Karl’ın ölümü üzerine tacı elde eden Maria Theresia’ya karşı Avusturya Ardıllık Savaşı’nı başlattı. Tarihlere III. Avusturya Veraset Savaşı olarak geçen bu savaşta Osmanlı Devleti çok büyük rol oynayabilir ve tarihin akışını tamamen değiştirebilirdi…Eğer çağdaşı olan Avrupa devletleri gibi namert olsaydı tabii ki.
Avusturya’nın Avrupa’da güçlü bir devlet olması en çok Fransa’yı rahatsız ediyordu. Lehistan ( Polonya) ile Prusya ( Almanya ) da Avusturya’nın gücünün kırılmasını kendi çıkarları açısından faydalı görüyorlardı. Bu bakımdan aralarında Avusturya’ya karşı anlaşmışlardı. Tek eksikleri Osmanlı Devleti idi. Daha bir yıl önce Avusturya ile 27 yıllık bir antlaşma imzalamış olan Osmanlı Devletinden, Onun Padişahı I. Mahmut’tan kalleşlik yapmasını bu antlaşmayı bozmasını isteyeceklerdi.
Fransız elçisi Villeneuve , Padişahın huzuruna çıkmadan önce endişeliydi…’’Türkler vedikleri sözden dönmezler..O bakımdan işim çok zor ‘’ diye düşünmekle beraber Padişah I. Mahmut ile birlikte Osmanlı Devleti’nde pek çok şeyin değişmiş olması ona umut veriyordu. Mesela Kapitülasyonlar sürekli hale gelmişti. Artık Osmanlı Sultanı öyle burnu Kaf dağında dolaşmıyor, yazdığı mektuplarda Avrupa Krallarına ‘’ Yüce İmparator, Ulu Kral ‘’ gibi ifadelerle sesleniyordu. Dahası I. Mahmut Osmanlı Tarihinde bir ilke imza atmış ve ilk kez Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti ile ( İsveç ) İttifak antlaşması yapmıştı. Bütün bunları terazinin öteki kefesine koyunca Osmanlı Padişahının da değişen dünya şartlarına göre hareket edeceğinden -tamamen olmasa da - emindi.
Buram buram yağcılık ve yalakalık kokan bir seremoniden sonra elindeki mektupları Sadrazam Nişancı Hacı Ahmet Paşa’ya verdi. Sadrazam Paşa Fransa, Lehistan ve Prusya Krallarının ortak görüşü olarak yazılan mektubun okunması için Padişahın iznini bekledi ve onun bir baş işaretiyle okumaya başladı.
Villeneuve gözlerini dikmiş öylece Osmanlı Sultanına bakmaktaydı. Onun yüzünde belirecek en ufak bir mimik kendisi için çok önemliydi.
Sultan Mahmut tamamen kalleşliğe ve ahde vefaya ihanete çağrı niteliğinde olan bu mektup okunurken kılını bile kıpırdatmadı. Oysa içinde fırtınalar esiyordu. Devir Kanuni devri olsaydı bu terbiyesizliğin cezası çok ağır olurdu. Her şeyden önce o Fransız elçisi olacak namussuz karşısında öyle dimdik duramazdı. Böyle bir mektubu taşıma gafletinde bulunduğu için kellesi giderdi. Ama devir Sultan Süleyman devri değildi. Yine de bu kalleş Avrupa’ya iyi bir ders verilmesi gerekiyordu.
Mektubun okunması bitikten sonra Nişancıya seslendi.
-Yaz nişancı…Sen de duy ey Frenk Elçisi…
“Düşene vurmak yiğitlik değildir. Biz bir şey istersek kılıcımızın hakkıyla alırız. Fırsatçılık yapmayız. Tavsiye ederiz ki, siz de bu sevdadan vazgeçiniz ve Avusturya’yı kaderiyle baş başa bırakınız.”
Her ne kadar Tüfeng icad olalı bir hayli zaman olsa da mertlik henüz bozulmamıştı.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[] İltizâm devlete ait bir gelirin ihale yoluyla şahıslara verilmesidir. 16. yüzyıldan sonra uygulamaya konulan bu sistemde devlete ait bir gelir genellikle 3 yıllık bir süre için açık artırmaya çıkarılır,en yüksek bedeli verene devredilirdi. Bu ihaleyi kazanan kişiye MÜLTEZİM denirdi.Mültezîmlere dirlik sahiplerine verilen haklar tanınmıştı. Bu sistemin en önemli yararı devletin acil para ihtiyacını karşılamasıdır. Zaman içinde tımar toprakların MUKATAA haline getirilip mültezime verilmesi yaygınlaşmışdır.
Tımarların mukataa haline getirilip mültezime verilmesinin sonuçları:
1)-Mültezîm baskısı altında kalan halkın vergisini ödeyememesine ve toprağını terk etmesine
2)-İltizamların genellikle o bölgedeki zengin ve güçlü kişilere (AYAN) verilmesiyle, taşradaki ayanlar güç kazanmaya başlamışlar ve devlete baş kaldırmışlardır
3)-Tımar toprakların iltizama verilmesiyle, valiler eskiden tımarlı sipahiye yaptırdıkları güvenlik ve askerlik hizmetini, SARICA SEKBAN denilen kapılarında besledikleri askerlere yaptırmaya başladılar. Barış döneminde veya beylerinin tayini çıktığında işşiz kalan ve LEVENT adını alan bu insanlar eşkiyâlık yaparak karınlarını doyurmaya başladılar.
İltizâm yöntemi Tanzimat’a(1839) kadar yürürlükte kalmış,bu tarihte kaldırılmıştır. Ancak 1855′ten itibaren iltizâma yeniden dönülmüştür.
[]Adaletname, Osmanlı padişahlarının topluma adil bir yönetim vaat eden fermanları. Bilinen en eski adaletname I. Selim tarafından 1516′da yayımlanmıştır.
Çoğu padişah tahta çıktığı günlerde, saptadığı yolsuzluk ve aksaklıkları gidermek için adaletname yayımlardı. Bu fennanlar, halkın vergi yüküyle ezilmemesine, yasalara uyulmasına ve düzenin iyi işlemesine yönelik önlem ve buyrukları içerirdi. Adaletnameler ülkenin her yanına değil, haksızlık ve aksaklıkların yaygınlaştığının görüldüğü eyalete gönderilirdi. Eyalet kadısı, gelen adaletnameyi halka duyurur, sicile de yazardı.
17. ve 18. yüzyıllarda güvenliğin sarsılması, angarya uygulaması, olağan ve olağanüstü vergilerin toplanmasında büyük haksızlıkların ortaya çıkması, tımarlı sipahilerin, voyvoda, subaşı, beylerbeyi gibi yöneticilerin halkı ezmeye başlamaları, ezilen halkın göç etmesi, eşkıyalığın artması, tefeciliğin yaygınlaşması gibi nedenlerle sık sık adaletnameler çıkarıldı. Bunlarda, kanunnamelerin hükümleri hatırlatılıp uygunsuzluklar sıralanır, alınacak önlemler birer buyruk olarak yazılırdı.