8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1781
Okunma

NADİR ŞAH: İRAN’IN II. İSKENDER’İ
22 Ocak 1688 de Horasan’ın Abiverd bölgesi Deregeez vilayetinin Destgird şehrinde Dünyaya gelmiş olan Nadir 1732 de adeta kendi kendisini yemekteydi.
Horasan Emiri Nadir Han… Şah Tahmasp’ın göz bebeği, onun tarafından ‘’Şah Kulu’’ ünvanı ile ödüllendirilmiş olan Nadir Han öfkeden kuduruyordu adeta. Günlerdir, aylardır etrafındakilere hep aynı şetleri söylemekteydi.
-Bu memleketi Osmanoğullarına teslim edelim diye mi kurtardık biz? Taa Şahımız Hüseyin Mirza zamanından beri Bir taraftan Ruslarla, Bir taraftan Afganlılarla, Öte taraftan Osmanlılarla savaşan ben değil miyim? Tahmasb’ı tahta geçiren , ona saltanat yollarını açan ben değil miyim.
-Sensin Hanımız.
-Meşhed’i Abdalilerin elinden alan, Afgan Lideri Mir Eşref’i yenen, ben değil miyim?
-Sensin hanım.
-Memleketin kuzey-batı eyaletlerini Osmanoğullarından geri alan ben değil miyim?
-Sensin Hanım.
-Öyledir de niçin Osmanoğullarıyla yapılacak bir barış anlaşması için benim fikrim sorulmaz? Öyledir de benim Horasan’da çıkan karışıklıkları önlemek için çıktığım seferden dönmem beklenmeden niçin Osmanlı ile sulh masasına oturulur. Deyin bana…Niçin? Şah’ın bize olan itimadı bu kadar mıdır? Desenize , konuşsanıza…
Her kes susmaktaydı. Çünkü verilecek her cevap bir kar topunun yuvarlana yuvarlana çığ haline gelmesi gibi bir felakete dönüşebilirdi. Bu sorunun cevabı ‘’Kıyam’’ demekti. Nadir Han gürledi:
-Ne yapmak gerekir komutanlarım, ulemam, ey halkım? Deyin hele ne yapmak gerekir? Memleketin topraklarını Osmanlı’ya peşkeş çeken bu Şah’a karşı ne yapmak gerekir?
Cevap aslında gayet açık ve netti: İsyan. Ama kimse bunu diline alamıyordu.
-Ağalar, Paşalar, Mollalar bizler de içimizden bir Patona Halil çıkaramayacak mıyız ki Şah’ı tahttan indirsin. Osmanlı’nın Arnavut’u kadar cesaret sahibi bir Afşar Türk’ü yok mudur aramızda?
Nadir Han tam can damarından vurmuştu dinleyenlerini. Hepsi Türk, hepsi cihangir, hepsi birbirinden alp bu yiğitler dinlerine ve Türklüklerine laf edilince aslan kesilirlerdi. Hep bir ağızdan cevap verdiler:
-Hanım…’’Öl’ de ölelim. ‘’Yak’’ de yakalım. ‘’Yık’’ de yıkalım.’’Öldür’’ de öldürelim. Dile yeter ki sen. Her birimiz bir patrona Halil olup dikilelim Şah’ın karşısına.
-O zaman hep birlikte doğru Isfehan’a, Nerede tahta çıkardıysak aynı yerde tahttan indirelim Şah’ı… Bizim Ne Osmanlı’ya, ne Rus’a ne de Afgan’a verecek bir karış toprağımız yoktur. Aksine Dünyadan alacaklarımız vardır. Bize böyle Şah yaramaz.
-Dur ey Hanım…Hele bir yol dinle beni.
Bu ses Seyyid Haydar’ın sesiydi..
-Söyle Seyyid Haydar. Bilirsin seni sayarım, severim.
-Hanım…Bilirsin ki Osmanlı da Türk’tür, Afşar da. Şu anda Osmanlı ile yeni bir savaş doğru değildir. Hem Türk’ün Türk’le savaşması doğru değildir. Hem de bizim ordumuz çok yorgundur, halsizdir, yeni bir savaşta Osmanlı bizi kırar geçirir.
-Korkaklar kahraman olamaz Seyyid Haydar. Türk de olsa bir bedene iki baş fazladır. Dünya dediğin bir bedendir. Onda hem Osmanlı, Hem de Acem başı olmaz. Birinin başı gitmelidir.
-Hanım…Şah Tahmasp’ı tahttan indirince onun yerine kim geçecektir? Hanedanın değişmesine bu halk razı olmaz…İç harp çıkar.
-Merak etme Seyyid…Tahta Tahmasp’ın oğlu Abbas geçecektir.
-Abbas daha sabidir Hanım. O ne bilir Şahlığı, ne bilir Şıhlığı
-Korkmayasın Seyyid. Şahlığı benden, Şıhlığı da senden öğrenecektir. Arkasında biz olacağız.
Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Nadir Han’ı artık ne Seyyid Haydar durdurabilirdi ne de bir başka kuvvet.
Şah Tahmasb Osmanlılarla yaptığı antlaşmanın sefasını sürerken birden bire Şah Kulu Nadir’i kendisini tahttan indirmek üzere karşısında görünce neye uğradığını şaşırdı.Ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Savaş meydanlarına devamlı kaçan Şah bu sefer de kaçmayı tercih etti…Gerçi kaçmasaydı da fark etmeyecekti çünkü Nadir Han onun Horasan’a sürgün yazısını hazırlatmıştı bile.
1732 yılının sonlarına doğru artık Safevi tahtında Tahmasb’ın bebesi Abbas, III. Abbas unvanı ile oturmakta idi ama devletin bütün ipleri Ordu Komutanı ve Vezir olan Nadir Han’ın elindeydi.
1733 Yılı başlarında Nadir Han öncelikle Irak ve İran sınır bölgelerine adamlarını göndererek Osmanlı Devleti aleyhine propaganda yapmaya başladı.Yaptığı propagandalar aslında Şiilik ile Sünnilikte var olan mezheplerin hepsinin hak mezhep olarak kabul edilmesi yolunda idi. Türk ve İslam dünyasında sadece Nadir Han Sünni ve Şii mezheplerinin her ikisinin de hak mezhepler olduğu görüşünü ortaya atmıştı. Eğer bu görüşlerini kabul ettirebilseydi hiç olmazsa kendisinden sonraki dönemde bir Alevi- Sünni çatışması hiç olmayabilirdi. Ama ne yazık ki bu görüşler ne Osmanlı tarafında ne İran tarafında beklediği etkiyi yapmadı. Sünni , Alevilik mezheplerini, Alevi de Sünni mezheplerini hak olarak görmeye yanaşmadı. Nadir Han’ın propagandaları da maalesef ya daha önce Şah İsmail’in yaptırdığı alevi propagandaları gibi algılandı ya da yeni bir görüş ortaya çıkardı ki ona da ‘’mezhepsizlik’’ dendi. Oysa onun bütün çabası sünni ve şii tüm İslam dünyasını birbirine kenetlemekti.
Propaganda çalışmalarında pek de başarılı olamayan Nadir Han 1733 yılı ortalarında Osmanlılara kaptırılan toprakları geri almak üzere harekete geçti.
Önce Azerbaycan harekâtını başlatarak, Gence taraflarına bir ordu gönderdi. Erbil’i işgal etti. Van, Revan, Gence, Tiflis taraflarına kuvvetler gönderdi.Kendisi ise doğruca Irak topraklarına yönelip Kerkük’ü işgal etti. Daha sonra yüz bin kişilk bir orduyla Bağdat’ı Kuşattı.
Nadir Han Bağdat’ı kuşatınca, eski sadrazam, Erzurum Valisi Topal Osman Paşa, da yüz bin kişilik bir kuvvet ile Bağdat’a hareket etti. Bunu öğrenen Nadir Han, Bağdat önlerinde on bin kişi kadar kuvvet bırakarak, Osmanlı kuvvetlerini karşılamak için hareket etti. İki ordu Dicle sahilindeki Duleceylik mevkiinde karşılaştı.
19 Temmuz 1733 tarihinde yine İki Türk ordusu, yine cihanın iki korkusuz savaşçısı karşı karşıya gelmişti. Bir tarafta ömrünün sonlarına yaklaşmış olan tecrübeli Osmanlı Paşası eski Sadrazam Topal Osman Paşa, Öte yanda cihangirlik sevdasına kapılmış kırk beş yaşlarındaki Nadir Han…
Temmuz ayının o sıcağında Dicle Nehri kan aktı. Toprağa dökülen her kan damlası kızıl yağmur damlaları olarak tekrar düşmek üzere buharlaştılar. İki taraf da ‘’ Allah’’ dedi vurdu ‘’Allah’’ dedi öldürdü. ‘’Allah ‘’dedi son nefesini verirken. Dilleri, dinleri, ırkları dahi bir olan insanlar 19 Temmuz 1732de dokuz saat boyunca birbirlerini doğradılar, birbirlerini kestiler, kafa, kol, gövde, göz, bir sürü organ parçası, deşilen mideler, karın boşluğundan fırlayan inceli - kalınlı bağırsaklar, ciğerler, yürekler ya Dicle’nin balıklarına, ya da aç kuşlara yiyecek oldu. Leş kargaları ziyafet yaptılar o gün. Kara taşın altındaki kara karıncanın bile rızkını esirgemeyen Yüce Yaratıcı doyurdu leş kargaları ve ırmak balıklarını tıka basa.
Dokuz saat süren savaşta otuz bin ölü veren Nadir Han, yaralı şekilde ve bütün ağırlıklarını bırakarak kaçtı. O da beğenmediği Şahı gibi kaçmayı tercih etmişti bu gün. Yaşlı ve Topal bir Osmanlı Paşası karşısında tutunamamıştı bu cihangir tabiatlı yiğit.
Böylece sultan Mahmut Han devrinde İran’a karşı düzenlenen ikinci seferin ilk zaferi kazanıldı. Bağdat kuşatmadan kurtarılarak, İstanbul’da üç gün şenlik tertip edildi. Bu zaferler, Irak ve Doğu Anadolu’yu Nadir Han’ın eline düşmekten kurtardı.
Bundan sonrasında Nadir Han Hemedan’a çekilip yeni bir savaş veya sulh teklifi sunmak arasında kararsızlık içindeyken Topal Osman Paşa kazanılan zaferden sonra Bağdat Valiliğine tayin edildi.
NOT: Yukarıdaki Resim Nadir Şah’ın Temsili bir resmidir. Bu Bölüma bakarak onun için ’Bunun Neresi İskender’ denmesin. İleride çok büyük işler yapacak.