12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3111
Okunma

Tarçın Kokulu Vefa
/Vefanın kanına girdi, yaşamı parsel parsel bencilliklerinde sömürenlerin soluğu!.../
Güneşin sıcağı ruhunun kuytularına ayaz doğuruyordu Sude’nin. Babasına her öğlen yemek götürürken sokak aralarında gözlerine dokunan hikâyelerin pencerelerine damlıyordu yüreğinin öksüz sessizliği. Kaldırımda gazoz kapaklarıyla oyun oynayan erkek çocuklarının ip atlayan kız çocuklarına haylazca takılmalarına gülümsüyor hâlâ bu anlamda mahalle sıcaklığının olduğu bir yerde yaşadığına şükrediyordu. Yaşamda kirlenmeyen tek anlamın çocukların çizdiği tablolar olduğunu çok iyi biliyordu. Herşey hızla değişse de hızla kirlense de değişmeyen tek şey çocukların göğe savurdukları şartsız kahkaha kumbarasındaki yatırımdı. Sokağın başındaki incir ağacı her zamanki gibi tarçın kokusu veriyordu etrafa. Sude bunun sırrının şefkatiyle yaşama tutunuyordu belki de!...
Sude’nin geçen yıl annesinin ölmesiyle evlerindeki şenliğin, evlerindeki dost akraba ziyaretlerinin kesildiği anlardı. Anneciğinin varlığında evlerindeki sıcaklık, kalabalık ve coşku onun ölümüyle silinmişti. Bir anneciğinin tarçınlı kurabiyesinin kokusu bir de duvarlara sinen şefkatin ıslak duruşu kalmıştı evlerinde. Yan komşuları Huriye teyzesi bile artık haftada bir zillerini çalmaya başlamıştı. Annesi ile her gün kahve günlerine katılan kadınların apartman dairesinde yankılanan kahkahaları sanki öksüz yanını hatırlatan “gerçeğin pençeli düğünü” gibi geliyordu ona. Belki de bu yüzden okulu bırakıp evin küçük hanımı konumuna alışması kolay olmuştu. Okulu bıraktığı gün ruhunun eteklerinden doğan bir dostu olmuştu. Onu kimse görmüyor yalnızca kendisi görüyordu!... Adını Yüsra koymuştu. Sol taraf demekti cennet demekti. Anneciğinin yokluğundaki varlıktı o .
Sude babasına öğle yemeği götürmek için hazırlıklarını yapmıştı dış kapıyı tam kilitleyeceği sırada Yüsra’yı içeride unuttuğunu farketti. Zaten içeriden boğuk bir ses çığlık atıyordu…
_ Sude ben buradayım unuttun beni. Yine penceredeki yalnız kadına uğrayacaksın değil mi?
Sude kapıyı açıp Yüsra’nın ellerinden tutarak hadi geç kalıyoruz bizi bekliyor o da, babam da, tarçın kokulu incir ağacım da. Yüsra’nın adımları haylaz bir çocuğun geri geri giden adımları gibiydi.
_ Annen atlasın başkentine taşındı biliyor musun Sude. Dün gece onunlaydık bana dedi ki penceredeki kadın seni her gördüğünde annenin yüreğinde kocaman bir gülümseme çiçeği açıyormuş!
_ Biliyorum Yüsra. O kadının yalnızlığında kocaman insan kalabalığında bulamadığım şeyleri buluyorum. En çok da ona bakınca insan olduğumu hatırlıyorum vefanın kokusunu depoluyorum içime.
_ Onu da benim gibi çeyiz sandığından mı çıkardın!...
_Yok, o incir ağacındaki gölgenin armağanıydı. Onu incir ağacının dibinde dinlenirken görmüştüm. Sonrasını biliyorsun.
Yaklaşmışlardı babasının dükkânına. Yüsra’yı her zamanki gibi incir ağacının gölgesine bıraktı. Yüsra Sude’nin olmadığı durumlarda hep orada beklerdi. Onların en güvenli sığınağıydı ağacın gölgesindeki görünmez kale.
Sokağı süpüren hüzün Sude’nin saçlarına takılıyordu bazen. İç çekişindeki alışılagelmiş bıkkkınlığın da ona verdiği hayıflanma ile babasının işyerine yaklaşmıştı. Babası ikinci el satan bir kitapçıydı. Dükkâna her gelişinde kitap kokularının ve o sarı sayfalardaki anaç bereketin kucağına atıyordu kendisini. Kitaplar kalabalık insan topluluğunun tam ortasında öğrendiği yalnızlığı unutturuyordu ona. Tam dükkâna girmek üzereyken yine onu gördü.
Çehresine ölümün delikanlı duruşunu çizen kadın!
Gözlerindeki bulanık tabloyu sokağın kaldırımına yansıtan kadın!
Penceresinin buğulu kafa tutuşuna sabrın bekleyiş neşterini kusan kadın!...
Sude herzamanki davranışını yaparak dükkâna girmeden önce o kadının penceresine doğru gitti. Onun ihtiyacı olanı ona hakettiği gibi vermenin gururunu yaşıyordu güne her başladığında. Her öğlen yalnızlığın puslu perçeminde ruhunu kanatan kadına uğrar, babasına götürdüğü yemekten bir parça verir, kadının en çok ihtiyacı olan gülümsemeyi de eksik etmez ve her gece onun için ezberlediği bir tutam öykü ya da şiiri onun kulağına fısıldardı.
Penceredeki kadının kirpiğinden düşen damlalarla konuşurdu sanki. Kadının gözyaşları Sude’nin gamzelerindeki özlemle harman olur birbirlerinin sessizliğiyle kucaklaşan iki yoldaş olurlardı. Kadının adını da bilmiyor sesini de hiç duymamıştı. Ama hikâyesini biliyordu!...
Gözlerinde Anadolu’nun bozkırında savrulan başakları büyütmüştü kadın. İnandığı masalın zirvesinden kendini onuru için atınca yüreğindeki insana dair inancı kaybeden kayıp çığlıktı o! Kaybettiği yanını bozkırın sarı yalnızlığında şahlandırdıkça tökezlemişti. Tökezledikçe küsmüştü kendine. Gamzesini gecenin kör karanlığına verirken hiç korkmamıştı. Biliyordu, artık ne cennetin huzuruna bakabilecek bir düşü var ne de cehennemin kavurucu makamından korkacak bir keşkesi vardı. O, inancını insanın gözlerinde yitirdiği gün gitmişti ki kendinden!...
İnsan, boşluğun kafesinde kendi sesine kurban edince yarınlarını ne kâinattır ruhuna rota olacak olan ne de içindeki son tutunuş. Sanırım kadının gözlerindeki anlamı çözmüş olmanın sancısıydı Sude’yi hergün o pencerenin önüne konuk eden. Zira; pencerenin her önüne gelişinde buğusuna uçurumlu soluklar savuran kadının avuçlarındaki ateşi tutmak Sude’nin kilitlenen yaşam felsefesinin anahtarı oluyordu.
Eve dönerken Yüsra’nın onu sabırla beklediğini ama beklerken toprağa çizdiği resimlerle oyalandığını farketti. Olduğu yerde zıplıyor sek sek oynamaya çalışan acemi bir karınca gibi sıçrıyordu.
_ Hadi canım eve gidiyoruz.
_ Peki sen uyuduğunda yine buraya gelebilir miyim?
_ Tamam ama yanımdan çok ayrılma. Yoksa biliyorsun kıyameti doğuran anlar üzerime çığlarını düşürüyor sen yokken!...
_ Korkma sen atlasın başkentine anneciğinin yanına gidene dek yanındayım…
Sude penceredeki kadına vefasının cömert nefesini bağışlarken ona asıl vefanın resmini çiziyordu anne yürekli kadın. Sude hiçbir zaman öğrenemeyecekti incir ağacındaki tarçın kokusunun sırrını. Ve kadın Sude’nin geleceği saate yakın incir ağacının dibine ve yapraklarına serptiği tarçınların bir minik kızı yaşama nasıl tutunuş sebebi olacağını bilecek kadar da insandı !...
Babasına her öğlen yemek götürmesi, her hafta sonu anneciğinin mezarını ziyareti, incir ağacının ona her gün tarçın kokusunu armağan etmesi ve pencerenin ardında yalnızlığını yudum yudum içen kadına yol arkadaşı olmaktı hayatının anlamı!... Oysa anneciğinin onun için düşlediği ne masum ne bereketli ne renkli bir yarın vardı!... Hiçbir şey anne kokusunda yaşamı ezberlerken ki gibi değildi artık. Yoksa annesi mi masalları yanlış anlatmıştı ona? Yoksa annelerde mi yalan söylerdi? Yoksa!...
Kendi ruhunda kısa bir yolculuk yapıyor uykunun kollarında içindeki sessizliği büyütüyordu ki kapının çalındığını duydu. Bir kadının çığlık çığlığa çırpındığını söylüyordu apartmandaki telaşlı sesler. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Anahtarı aldığı gibi dışarı attı kendini Sude. Kalabalığın tam ortasında bir toz bulutu bir kadının çelimsiz duruşu ve incir ağacının gövdesinin toprağı kucaklayan çaresizliği vardı!... Yüsra’nın çizdiği resimler silinmişti ağacının gövdesindeki çaresiz yıkılışta! Belediyenin çevre düzenlemesi bahanesine kurban giden ağacın dibinde bir inilti atlasın göğsünde sancı olup yağıyordu.
Sude kadının yanına yaklaştı. Kadın dudaklarındaki uçurumdan atıyordu son kelimelerini. Sude’nin kulağına birşeyler fısıldıyordu…
_ Tarçın tarçın tarçın!...
Mehtap ALTAN
Mart2012