31
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2659
Okunma


“İyi akşamlar memur bey. Bir ihbarda bulunacaktım. Ben emekli albay Sadullah Tanrıverdi. Çınar Sokağın kuzeybatısında kalan eski çöplüğün oralarda metruk bir gecekondu var. Her gece saat on ikide o evden acayip iniltiler ve zikirler duyuluyor. Sabaha kadar mum ışığında ayin yapıldığını düşünüyoruz. Mahallece huzursuzuz ve topyekûn şikayetçiyiz. Evet beyefendi... Hemen veriyorum. Çınarlı Apartmanı… ”
Keçiören’de metruk bir gecekondudayım. Saat gecenin bilmem kaçı. Çok da önemli değil bu detay. Zira biz, zaman, mekan, imkan gözetmeyen mahluklarız. Benim kulağım polis sirenlerinde. Bir saat önceki kadar yoğun olmasa da hala etrafta dolaşan polis araçları var.
Size üzerine naylon çekilmiş bir greyder deliğinin önünde erketeye yattığımı söylememe gerek yok. Bu öykünün dekoru bilmediğiniz elementlerden oluşmuş falan da değil. Lütfen beni anlayın. Fazla zamanım yok konuşmak için. En sona söylemem gerekeni şimdiden söylemeliyim o yüzden. Annemi seviyorum ben. Pazardan aldığı Perihan Abla tokasını takıyorum hala. Bir de Hüseyin Altın’ın Hazan Kuşları şarkısında ağlayabiliyorum. Soran olursa söylersiniz.
Benim adım Ahsen-i Takvim. Buruşturmayın ağzınızı. Alayı İlliyin bana bu adı verirken boğazıma koca bir “fakat” sözcüğü tıkanmadı mı sanıyorsunuz? Sizi temin ederim ki, o an ağlayasım bile geldi. Fakat –işte bu o fakat- benim itiraz hakkım yoktu. Mahallede yaptığım kötülüklerin bedeli olarak bana bu demirden ad layık görüldü.
Her gece dünya saatiyle on ikiden sonra bu metruk gecekonduda toplanıp, günün sağlamasını yapıyoruz. Bulunduğumuz yerin etrafında bir tek Allah kulu yaşamıyor. Burası bir zamanlar çöplükmüş. O yüzden bizim için emniyetli bir yer. En azından bu geceye kadar öyleydi.
Yürüyerek beş dakika ötede bir mezarlık var. Taşlarını ayyaşların tekmeleyerek kırdığı, yerlerine şarap şişlerini soktuğu bu mezarlığın, daha bugüne kadar normal bir müdavimi olmamıştı. Arada sağlam kalmış tek mezar taşının önünde oturur, kimseye anlatamadığım şeyleri anlatırdım merhumeye. O hep aynı karşılığı verirdi ama, yine de insanın bir dinleyeni olması güzel şeydi. Zaten benim anlattıklarım, bir dirinin duyma eşiğinin çok üstünde, insan algısının hayal dahi edemeyeceği kadar uçuk şeyler. Hüvel Baki, yani benim merhume dostum, derin sessizliğiyle kimsesizliğime ortak oldu. Bütün ağlayışlarıma, itiraz ve isyanlarıma, mutluluklarıma, daima “Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak…Akıbet gözünü doyurur bir avuç toprak” sözleriyle karşılık verse de, hiçbir vakit içimi karartmadı varlığı. Bilakis kapkara gidip, bir kümülüs kadar yumuşak ve aydınlık ayrıldım yamacından.
Dün onu da kırmışlar. Öğlen beş dakika bir uğrayayım demiştim. Elimde kese kağıdına sarılmış fındık fıstık…Hüvel Baki’nin yere yatmış taşını görünce ağzımdakiler genzime kaçtı. O an, başıma kötü bir şeyin geleceğini hissettim. Alayı İlliyin, beni yeryüzünde kimsesiz bıraktığına göre, cezam yeni bir boyut kazanmış demekti.
“ Ahsen-i Takvim! Adı batasıca sessiz olsana!”
Karanlıkta Esfel-i Safilin’nin artık paçavraya dönmüş pantolon paçalarını görebiliyorum. Ayaklarını üst üste koymuş. Ara ara bacaklarındaki yaralara konan sivrisinekler yüzünden boşluğa tekmeler sallıyor.
Artık polisler yok. Bu ürkütücü araziyi mavi kırmızı gölgelere boğan arabalarına atlayıp gittiler. Kentin rengarenk ışıkları bulunduğumuz yere kadar yetişemeden birkaç yüz metre aşağıda cılızlaşıp kararıyor. Gecekonduya sapan yolun kenarında susuz bir sebil var. Yalnız onun aynalı yüzü evlerin ve caddelerin ışıklarıyla ışıl ışıl. Bu sebil çöplük için yapılmış olamayacağına göre, muhtemelen bulunduğumuz bölge bir zamanlar tamamen mezarlıktı. İnsanlar ne vakit ölülerin üzerine artıklarını dökmeye karar verdiler acaba? Devir fırıldak gibi dönüyor. Şimdi ne mezarlık var, ne çöplük. Sağa sola birkaç zeytin ağacı dikilecek olsa, pekala yaşanır burada. Hemen kapının ağzında budanmış bir ıhlamur var. Yalnız ince bir firari dal gecekondunun sözde penceresine doğru uzanmış. Çiçekli ve hoş kokulu. Düşündüm, taşındım bu ıhlamuru hiçbir zaman sevemeyeceğime karar verdim. Belhum Adal hapşırınca avuçlarını ağacın gövdesine siliyor.
“Alo karakol mu? Serkomiser Salih Şen ile görüşecektim. Ben emekli Albay Sadullah Tanrıverdi. Peki evladım bekliyorum.”
Üç dakika sonra…
“Al…Alo, merhaba serkomiserim. Ne oldu, yakalayabildiniz mi ucubeleri? Ya…Demek öyle. Vay anasını…Nasıl olur böyle bir şey? Ne? İhbar hattı bilişim teröristlerinin eline mi geçti? Bütün bilgiler mi? Yani benim adım ve adresim de? Fakat bizi keklik gibi avlarlar şimdi. Anladım…Ben hanımı da alıp Salihli’deki yazlığa yerleşiyorum. Eğer bu konuşmalarımız da birilerinin eline geçerse, dünya atlasını masanın üzerine ser, Emniyet Genel Müdürünün telefonunu bekle. ”
Benden sonra nöbeti Belhum Adal devralacak. Daha iki saat var. Kendisi karargah masasına abanmış uyuyor şu anda. Biliyorum ki, yine aşağılık bir rüya görüyor. Onun rüyasında gezinen zavallı yaratıklar için kabustur bu! Sokak lambasının soluk ziyası sayesinde, eğrilmiş ağzından akan salyayı görebiliyorum. Ne zaman ona geceleri ağzının aktığını ve kendisinden tiksindiğimi söylesem “Ben de kurt var, kolay mı pislik içinde yaşamak” diye çıkışır. Asla ara sokaklarda kıstırdığı erkek çocuklarına yaptığı şeyleri kabul etmez. Aşağılıktır fakat Esfel-i Safilin gibi yüzsüz de değildir. Pişkin pişkin suçlarını itiraf etmez.
“Ahsen-i Takvim! Sen kiminle konuşuyorsun öyle?
“Uyumana bak sefil! Sen uyuyasın diye bu lanet olası deliğin başında etrafı kolluyorum.”
“Polisler gitti mi?”
“Kimse görünmüyor?”
“ O zaman ben gidiyorum?”
Esfel-i Safilin, katlayıp başının altına koyduğu ceketi giyinirken, dışarıdan, çok ötelerden gelen bir ışık odanın içini aydınlatıyor. Gah duvarlara, gah bahçeye düşen ışık muhtemelen bir el fenerinden geliyor olmalı. Önümdeki naylonu aralayıp ışığın geldiği yöne bakıyorum. Evet mezarlıkta biri var. Esfel-i Safilin sandığa koyduğu tabancasını alıp karşı tarafıma geçiyor.
“Mezarlık tarafından…Hüvel Baki mi hortladı dersin? İster misin senin yüzünden onu da bizim gruba versinler?”
Kısık bir kahkaha atıyor. Tanrım ağzında hala insan uzuvları var. Muhtemelen bir kadına ait. Ağzının kenarından sarkan üç tel sarı saç, bu solgun ziyada bile parlıyor. Bir zamanlar okul müdürüymüş. Üzerindeki paçavra o zamanlar kim bilir ne fiyakalı bir takım elbiseydi? Her sabah öğrencileri sıraya dizip, erkek çocukların saçlarına elini daldırırken, ceketinin düğmeleri ışıl ışıl parlıyor muydu acaba? Ya sınıfa girdiğinde, kara tahtanın önünde bir elini cebine sokup, diğer eliyle kız çocukların etek bellerini kontrol ederken? Sınıftan çıkmadan üç paragraflık ahlak notunu da iliştiriyor muydu çocukların henüz lekelenmeye başlayan dimağlarına?
“Bana bak, bir saate dönerim. Beni kontrol için gelirlerse görmediğini söyle. Mazeret uydurmaya çalışma. Her seferinde eline yüzüne bulaştırıyorsun geri zekalı!”
“Nasıl çıkmayı düşünüyorsun? Dışarıda biri var. Yerimizi buldular.”
“Hiç bir şey olmaz. Buraya girmeye cesaret edemezler.”
Duvardaki delikten süzülüp çıkıyor. Ayak sesleri gittikçe uzaklaşırken, içimde yine o korkunç çığlık! İçlerindeki tek kadın benim. Eğer onlara engel olursam, yapmadan duramayacakları akıl almaz eziyetlerin hedefi olurum. Burada kural bu. Kimse kimseye karışmadığı sürece güvendeyiz. İçlerinden bir tek Eşref-i Mahlukat’tan korkmuyorum. O da düşmüşlerden fakat, sefil değil. İkimiz aynı kefenin malzemesiyiz. Bu gece gelmedi. Nerede olduğunu bilmiyorum. Köydeki evlerinin önündeki sedirde uyuyor olabilir. Annesi çok güzel türkü söylermiş onun. Yatmadan önce mutlaka sekiz şarkılık bir konser verirmiş kendi kendine. Bizimki de kaçar kaçar gider yanına. Görünmeden dinler annesini. Kapıdan içeri girerken mutlaka aynı türkü olur dudaklarında. Makaram sarı bağlar. Kız söyler gelin ağlar. Niye ben ölmüşmüyem, annem karalar bağlar? Utanmasa mendil de sallayacak da…
O, bir dairede mutemetmiş. Kasanın açığını arkadaşlarının açıkta duran çantalarından aşırdığı paralar ile kapatırken hiç yüzü kızarmıyormuş ama, sonradan çok koyuyormuş ona bu durum. Tövbe edip, daha düzgün bir hayat için kararlar alıyormuş her gece.
Belhum Adal, ağzını silerek kalkıyor abandığı masadan. Yüzünde masanın üzerine uçmuş dal ve yaprak kırıntılarının izi çıkmış. Kıpırdadıkça kokusu bütün odayı sarıyor. Neredeyse çürümüş etleri.
Mezarlıktan gelen ışık kesildi. Ben Belhum Adal’a bakarken gitmiş olmalı. Elimdeki silahı sandığa saklamanın zamanı geldi. Tamam ben de iyi bir insan değilim ama, bu silah benim ellerimde bir bebeğin kanlı kurban bıçağını tutması gibi iğrenç duruyor. Bütün suçum mahalleli arasında laf taşımak, fakat bu sefil yaratıklarla birlikte yaşamakla cezalandırıldım. Alayı İlliyin, canımı ancak bu şartla bağışladı. Hiç birimiz yalnızken, birbirimizin yanında olduğumuz zamanlar kadar mutsuz olmuyoruz. Günde birkaç saat ayrılmaya iznimiz var. Fakat gece yarısı mutlaka burada toplanmak ve birbirimize katlanırken aynı zamanda birbirimizi korumak zorundayız. Birimizin yakalanması ya da öldürülmesi demek, hepimizin aynı anda başka bir boyuta geçmesi ve belki de daha korkunç yaratıklarla eşleştirilmesi demek. Beyaz önlüklü melek bunu daha ilk düşüşümüzde bize bildirmişti. Eşref-i Mahlukat bu yüzden yarın büyük bir ceza alacak. Ben bu iki sefille baş başa kalacağım.
Belhum Adal, normalde de bu kadar çirkin suratlı bir adammış. Buraya atıldığımız ilk günlerde cüzdanındaki resmini görmüştüm. Aslında bana hiçbir zararı yok. Kadınları hiç sevmez. Onlardan uzak durur. Şoförmüş eskiden. On iki yıl okul servisinde çalışmış. Hiçbir zaman kabul etmese de, pek çok erkek çocuğu şehrin dışındaki yollarda dolaştırdıktan sonra eve bıraktığını hepimiz biliriz. Sonra belediye şoförü olmuş. “Emekçiyim ben” der arada. Burjuvaya falan söver. Proletarya kazanacak, sınıflar çökecek filan. Biz onları bilmiyoruz. Ama onu dinlemekten başka çaremiz yok. Esfel’i Safilin biraz daha çok okumuşumuz. Fakat hiç işi olmamış bu tür saçmalıklarla. Onu dinlerken fermuarının bozuk sürgüsüyle oynuyor. Eşref-i Mahlukat meslek lisesi okumuş. Ticaret. Biz görmedik o dersi diyor. Ben zaten ev kızıyım. Tanıdığım en proletarya, annem. Bunu Belhum Adal’ın tariflerinden yola çıkarak keşfettim. Bana hiç katkısı yok diyemem o yüzden.
“Alo. Karakol mu? Ben emekli Albay Sadullah Tanrıverdi’nin karısı Kerime Tanrıverdi. Eşim az önce üç kişinin saldırısına uğradı. Bir kişi de olabilirler, emin değilim. Lütfen hemen gelin. İki yüz yıllık Isparta halısının üzerinde yatıyor. Robdöşambrının yakaları kan içinde. Sanırım midesini deldiler. Lütfen, lütfen gelin kuzum! ”
“Amirim metruk gecekondunun olduğu bölgeye gittim. Adreste kimse yok. İyice baktım.”
“Adam uydurmuş olamaz ya. Bıçaklanmış bir de. Az evvel karısı aradı. Boşu boşuna mı ölecek yani?”
Gün aydınlanmak üzere. Eşref-i Mahlukat saklanma gereği duymadan eve doğru geliyor. Belhum Abal kusmak için mezarlığa gitti. Sefil yaratık, ne kendi uyudu, ne beni uyuttu.
“Bu halin ne? Neden gelmedin gece? Seni cezalandıracaklar şimdi.”
“Annemin açık kalan gözlerini kapattım az önce. Yani ceza buydu.”
Üzgün, hem de çok. Buraya geldiğimizden beri ilk defa ağladığını görüyorum. Oysa Esfel-i Safilin ve Belhum Adal bile bir çok kere ağlamıştı. Elini yeleğinin cebine soktu ve çıkarttığı para balyasını karargah masasının üzerine bıraktı. O sırada içeri giren Belhum Adal korkuyla Eşref-i Mahlukat’ın göğsünden akan kana baktı.
“Pislik! Yaralanmışsın!”
Eşref-i Mahlukat göğsündeki yaraya dokunup kanlı elini havaya kaldırdı. Bu korkunç bir şey. Şimdi hepimiz…
Onu kaldırıp masanın üzerine yatırıyoruz. Şimdi üçümüzün de elleri kan içinde. Belhum Adal cebinden çıkarttığı şişeyi kokluyor. Sonra şişeyi Eşref-i Mahlukatın yarasına boşaltıyor.
“İğrenç şey, benim sidiğime bile muhtaçsın, fakat hala tiksinen gözlerle süzüyorsun yaralarımı.”
Eşref-i Mahlukat kusacak gibi oluyor. Fakat kıpırdayamıyor. Gözleriyle az ilerisinde duran paraları işaret ederek mırıldanıyor. “Albayı şişledim. Sonra da kendimi.” İri iri açılan gözlerine yeşil bir perde indiğini görüyorum. Belhum Adal masaya şiddetli bir yumruk atıyor. Mahvolduk! Mahvolduk!
“Hikayeleri ne?”
“Baş tarafta yatan şoför. Diğer üçü yolcu. Kaza sonucu camlardan fırlamışlar.”
“Tetkikler…”
“Doktor Bey, dört aydır hiçbir ilerleme yok durumlarında. Aksine çürümeye başladılar. Dosyalarını masanıza bıraktım.”
“ Tanrı dilerse ölecekler. Dilemezse…Hiçbir şeyleri aksatılmasın!”
“Aileleri bile arayıp sormuyor efendim. Sonuçta biz de her işini parayla halleden bir müesseseyiz. Daha ne kadar…”
“Ne diyorsam onu yapın! Ben kimsenin fişini çekmekle yetkili değilim. Siz de!”
“Bir dakika! Efendim, biri ölmüş. Biri ölmüş nabız yok. Solunum yok. Hiçbir şey yok!”
Esfel-i Safilin öğlene doğru gecekonduya geliyor. Duvardaki naylonu hışırtıyla açmasıyla Eşref-i Mahlukat’ın üzerindeki kara sinekler camsız pencereden dışarıya kaçıyor. Belhum Adal köşeye büzülmüş başı ellerinin arasında düşünüyor. Havanın aydınlanmasıyla, etsiz kalmış kemiklerini yalayan beyaz kurtları görüyorum. Saatlerdir aynı cümleyi tekrarlıyor: “Hiç değilse yaşıyorduk.”
Esfel-i Safilin hiçbir şey söylemeden masanın yanına kadar yürüyor. Arkada bıraktığı kan izlerini takip ediyorum. Sinekler çoktan yerlerini almış bile.
“Sen ne yaptın?”
Belhum Adal bu sözleri söylerken dudağının kenarındaki kurt tutunamayıp dizinin üzerine düşüyor ve göz açıp kapayıncaya kadar dizkapağının altına giriyor. Esfel-i Safilin donmuş gibi. Belhum Adal güçlükle yanına kadar sürüklenip onu ayağıyla dürtüyor. O anda Esfel-i Safilin elini belinden çekiyor ve pantolonu kemeriyle birlikte yere düşüyor. Adamın belden aşağısı kanlar içinde! Sessizce birbirimize bakıyoruz. Sonra biri naylonu açıp içeri giriyor. Hışırtıyı ve beton zeminde tıkırdayan adımları duyuyoruz fakat hiç birimiz ondan yana bakamıyoruz.
“Alın bunları!”
“Hemen alın bunları! Ameliyathane hazırlansın. Son bir şans! ”
“Fakat doktor bey, kanamaları gittikçe artıyor. Yaşamazlar!”
“Ben yaşatacağımı söylemedim ki! Daha kolay ölmeleri için... Fişlerini çekmeden…”
Hiç böyle düşünmemiştim. Evet bu en sonunda olacaktı ama insan o an gelene kadar hep son dakika golü bekliyor. Adamların üçü de karşımda yatıyor. İkisi masanın üzerinde, biri yerde. Tek başıma Belhum Adal’ı masaya kaldıramadım. Sanırım bir denge bu. Eşref-i Mahlukat ve Esfel-i Safilin yan yana. Ahsen-i Takvim ve Belhum Adal yan yana.
Bu kaseti her kim dinliyorsa şunu bilsin ki, hayat alem içre bir soluk denizi. Edebi ya da felsefi bir saçmalık da diyebilirsiniz bu cümleme. Benim için önemli değil. Gökyüzüne yeşil bir çarşaf çekiyorlar. Kasetin sonu da geldi. Arkamda biri var. Anneme canımın acımadığını söyleyin. Bir de… bu teybi dönercinin yanındaki elektronik mağazasına geri verin. Bugün dokuz mart iki bin on iki… Tamam…Bitti…
*
“Bu nasıl olur? O evi kaç kere aradık. Gözetledik. Kimse girip çıkmadı. Şimdi bu kaset, bu teyp…Bunu üstlerime nasıl açıklarım?”
“Başkomiserim, şimdi bundan daha büyük bir sorunumuz var? Muhbirlerimiz teker teker öldürülüyor. Adları ve adresleri deşifre oldu. Çoğu sivil vatandaş.”
“Kamil, bunun için yapılabilecek hiçbir şey yok. Genel Müdürlükten emir geldi. ‘Teröristler önemli bilgilere ulaşamadı’ açıklaması yapacağız.”
“Fakat…”
“Kamil!”
“Emredersiniz efendim.”
...ENGİNDENİZ...