7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
795
Okunma

Gövdenin altında, ön iniş takımlarına yakın bir yerde sızıntı vardı. Daha önce burası bir şekilde yara almış, sonra da yamalanmıştı. Şimdi ise yamanın kenarından bir sıvı akıyordu. Parmağımı batırıp, tadına baktım. Yakıt değildi. Belki soğutucuların sıvısıydı, belki de ... Başka bir seçenek aklıma gelmedi. Vardiyanın on ikinci saati doluyordu ve ben tükenmiştim. Avcı uçağının altından çıkıp, sırtımı arka iniş takımlarına yasladım. Fabrikadan çıktığı pürüzsüz halinden çok uzakta olan kanadın gölgesindeydim. Hangarın soğuk ışıkları bana ulaşamıyordu.
Kimselere görünmeden bir süre orada oturdum. Şef eskisi kadar sıkı değildi. Karısının intiharından sonra toparlanamamıştı. Bu da uçak bakımlarının kontrolünü aksattığından pilotlar için kötü, yer bakım ekibi içinse iyi bir gelişmeydi. Başka zaman olsa hayatta vardiya sırasında oturup hayal kurmaya cesaret edemezdim. Şimdi ise işler farklıydı.
Uçuş trafiğinin hafiflediği vakitlerdi. Saatte bir devriyeler iniyor, onların yerine yenileri kalkıyordu. İnenler hangara alınıyor, elden geçiriyorlardı. Uzun süredir yeni uçak bulamadığımızdan eldekilere olabildiğince iyi bakmak zorundaydık. Bu da kendi burada, ama aklı karısıyla birlikte uzay boşluğunda kaybolmuş Şef’in artık düşmüş olan omuzlarındaydı.
Hangarın dışarı açılan büyük, şeffaf panelleri vardı. Biraz daha kaykılırsam kanadın bittiği yerden paneli ve ötesindeki yıldızları görebiliyordum. Yıldızlar! Sonsuza dek, sonsuz sayıda uzanıyorlar. Düşününce etrafı seyretmediğini farkediyorsun. Onun yerine yıldızları seyretmek zamanda yolculuğa dönüşüyor. Gözlerim biraz daha keskin olsa panelin sağ üst kenarındaki yıldızın etrafında dönen gezegenleri, eğer varsa onların üzerinde yaşayanları ve bundan dört yıl önce neler yaptıklarını görebilecektim. Gözlerimi biraz kaydırınca kendimi diğer bir yıldızın bin yıl önceki haline bakıyor buluyorum. Her biri kendi zamanını yanında taşıyor. Ben ise onların arasında bal yapmaz arı gibi dönüp duran bir savaş gemisinde vida sıkıyorum. Benden onlara bir görüntü gitmiyor. Yakınlarda bir güneş olmadıkça hep karanlıktayız. Ben karanlıktayım. Simsiyahım.
Saffina “Bunlara uçak dememiz ne kadar saçma!” demişti. “Uzayda uçmuyorlar ki.”
Belki o gün canım bir şeye sıkılmıştı, belki de Saffina’nın bana yüz vermemesine içerlemiştim, niyesi hatırlamıyorum ama onu terslemiştim:
“Denizaltılar da denizin altından değil, içinden gidiyorlar ama onların adından bir rahatsızlık duymuyorsun.”
Saffina bir şey demeden beni süzmüş, sonra da gerekmedikçe benimle konuşmamıştı. Gün geldi, pilot adayları arasına katıldı. Sonra da bir daha görüşmedik. Janus’taki saldırıda öldüğünde ardından cenaze töreni bile yapılmadı; tüm filo o aralar çok meşguldü.
Hala meşgulüz. Bitmeyen savaşın dördüncü yılındayız. Belki karşımızdakilere evimi, evimin olduğu şehri, şehrin bulunduğu gezegeni yokettikleri için teşekkür etmem lazım. Özleyecek kimsem ya da evim yok. Evim koğuştaki bir ranza, ki onu da Taurus’lu biriyle paylaşıyorum. Neyse ki dördüncü güvertede bir barımız, orada çalan müziğimiz, içkimiz ve ayılmamız için sekiz saatimiz var. Sonrasında bu sızıntının nereden geldiğini bulmam gerekiyor. Sanki beynimin sıvısına benziyor ama bunu kimseye söyleyemem.
Şef dolaşmaya başladı, ortalıklarda görünmem gerekiyor. Saklandığım kanat altından çıkıyorum. Hangarın ışıkları... Ne kadar da parlaklar!
Galen Tyrol, Cally Henderson, ve Tory Foster’a sevgilerimle...