21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2956
Okunma

Derler ki ölüm döşeğinde olanların söyledikleri.
Ciddi müzik gibi dikkat gerektirir.
Saatleri sayılı olanlar boşa harcamazlar zamanı.
Acı içinde olanlar doğrudan ayrılmazlar.
Bir daha konuşamayacak olanların sözleri daha çok önemsenir;
Gençliğin ve rahatlığın verdiği gevşeklikle konuşanlardan.
İnsanın sonu, yaşamından daha önemlidir.
William Shakespeare
Kış çok kısa sürdü bu gece. Aniden yağdı kar. Çöp bidonu ve birkaç köpek, küçük birer tümsek oldular yol kenarında. Yukarıdan biri mütemadiyen sigarasının külünü döktü sokağa. Aralıklarla ıslık çalıp, unutulmuş bir türkü söyledi bir de.
Ben büyümüş bir kadınım. Her gece bu saatlerde pencereyi aralar, sokağı süpüren mevsimlere bakarım. Dün gece ıssız bir sonbahar gördüm mesela. Yırtık karton parçalarını, çikolata poşetlerini, kedilerin ıslak tüylerini bir yana taradı da geçti sessizce. Bir adam güçlükle yürüdü sonbaharın aksi istikametine doğru, küçülüp kayboldu köşede. Arkadan uçuşan mantosunun eteklerine bakarken, gitmenin ne çok cüret istediğini düşündüm. Ben gidemem böyle. Duramam rüzgara karşı.
Karşı komşu aniden bastıran sonbaharı görünce, bir avuç badem serpti penceresinin önüne. Hiçbir yerde kuş yoktu oysa. Geceydi ve bademler yalnızca büyük ağızlı kuşlar içindi. Rüzgar aldı götürdü onları. Tıkırtılarını duydum tepeye doğru. Orada büyük bir mezarlık var ve otları arife günü temizlenmiş mezarlar. Taze toprağa sokulup, iki güne yeşerecek bademler. Kuşlar açlıktan ölecekler bu gece. Ve kediler…ve dünyanın bütün berduşları…Berduşları dedim de, komşu bir çift de gavur lastiği bıraktı avlusuna. Çuha bir hırkaya sardı da bir köşeciğe gizledi onları. Gizledi ki kimse bulamasın. Tanrıyı kandırıyor aklınca.
Bir grup kadın yaklaşıyor sokağın ucundan. Aralarında çok gençler ve ölmek üzere olanlar var. Birazı orta yaşlı. Çarçabuk bitiverdiler önümde. Her şey çok çabuk gelişiyor bu gece. Oysa, daha bir kirpik önce küçük ve yuvarlak birer gölgeydiler dönemecin başında.
Tanrım, annem ölmesin bu gece! Avuçları yumulmasın. Saçlarını göğsünün üzerine tarayıp uzatmasınlar. Bu kış da geçsin. Yarın geceki baharda can eriği toplayalım onunla.
Şimdi Yalçın Bey beni duyacak olsa “Yine başladın kurmaya” derdi. “Yine sömürüyorsun gökyüzünün merhametini.” Oysa o bilmez, ne zaman hızla gelişen bir şeyler olsa, annemin ihtiyarlamasından ve ölmesinden korkarım ben. Vita kutusunda sardunyaları var onun. Kış önce onları vurur, sonra süzülür girer eşikten içeri. Annem yine elini yastığının altına sokmuş, bir Fatiha kadar güzel uyuyor olur. Kış önce duvara çivilenmiş raflardaki sandık portakallarını koklar, onları yeşertir, sonra karyolanın birbirine dolanmış gül motiflerini kurutur. Yavaşça yükselir anneme doğru. Tanrım! Gerisi mutsuz bir hikayedir. Bu gece bunu düşünecek olursam sabaha çıkmam ben.
Kadınlar diyordum. İşte oradalar. Tam karşımda. Kendilerine kardan adamlar yapıyorlar. Kardan adamlar insandan çok hilkat garibelerine benziyorlar. Hiç birinin elleri yok. Çok azının kulağı, gözü ve ağzı yerinde. Hepsinin gereğinden büyük burunları var ama. İhtiyarlar dizlerinin üzerine çökmüş, gençlere ve onların mahzun adamlarına bakıyorlar. İhtiyarların artık dokuz tahtadan gayri kütüğe ihtiyaçları yok…
Yalçın Beyi uyandırsam. Desem ki “Kar yağdı bu gece.” Şimdi uyuyor o. Gündüz yarım bıraktığı işlerini bitiriyor rüyasında. Otuz santime bir metre bir odacıkta, geminin en dibindeki bölümde, bacaklarını karnına çekmiş, tepe lambasının ışığında köşelerdeki pası taşlıyor şimdi. Dili dışarda hafifçe. Ter kirpiğinin ucunda. Hemen yanımdaki çekyatta yatıyor. Düşünden geçenleri yüzünden okuyorum.
Ben büyümüş bir kadınım. Çocuklarım da var benim. Onlar az ötemdeki yer döşeğinde yatıyorlar. Birinin alnından dökülen saçlar, çenesindeki yara izini örtmüş. O öyle bir iz ki…Koca dikişli. Asma köprülere benziyor. Yedi tahtası var köprünün. On yaşında benim yaralı çocuğum. Bir kriz anında pencereden fırlattım onu ben. Fakat şimdi bir teselli gönderdi bana gökyüzü. Yedi adım sonra, aydınlık ve ferah bir memlekete varacak çocuğum. Orada hiç acıları olmayacak. Annelik işte. Başka nasıl kandırırdım kendimi, kucağıma uzanıp “Beni seviyor musun” diye sorduğu gecelerde?
Kadınlardan biri çırılçıplak soyunuyor. Önce mantosunu atıyor omuzlarından, sonra entarisinin düğmelerini koparıyor bir bir. Ardından bağrını sokak lambasına açıp, kızarmış memelerinin üzerine kar yağdırıyor.
Şekip Abi var bizim üst katta. Bir aydır can çekişiyor. Öyle yatarak değil ama. Yatamıyor ki. Ciğerleri top top olmuş. Belediyeden akülü sandalye verdiler ona. Gece gündüz onun üzerinde. Azcık dünya yüzü görsün diye, pencerenin önüne yerleştirdiler onu. Hiç duraksız bağırıyor: “Allah! Allah! Allah!” Sesinde acıdan ziyade öfke var. “Ne bekliyorsun artık” der gibi. İşte yine duydum sesini. Yalçın Bey sağdan sola dönerken çekyatın yayları gıcırdadı ve sonra “Allah” diye bağırdı Şekip Abi. Bütün kıpırdayamayanlar için. Belki de çıplak kadını o da gördü.
Oğlum rüyasında koşuyor şimdi. Ayağında turuncu bağcıklı spor ayakkabıları var. Ne güzel zıplıyorlar her adımında. Beden hocası uzaktan, kollarını kavuşturmuş bakıyor ona. Seviyor benim oğlumu. En az öğretmen çocukları kadar. Uyanmasın benim çocuklarım. Düşlerinde uyanık olduklarından daha mutlular. Tanrım, geceleri uzat. Saliha bakkalı açsın yine. Fırın arabası ekmek getirsin bizlere. Camcı da açsın dükkanını. Hayat hiç durmasın. Fakat çocuklarım uyanmasın.
Yalçın Beyin, kaynak makinesinden sıçrayan kıvılcımlar çizmesine dolmuş ve delik deşik olmuş çorapları. Onlar sobanın demirinde kuruyana kadar hiç değilse. Karanlık istiyorum senden. Annem de uyusun mışıl mışıl. Şekip Abiyi de al artık.
Ben büyümüş bir kadınım. İçimde titreyip büyüyen köklü bir yara var. Her gece kısacık mevsimler geçiyor penceremden. Aslında korkuyorum. Ben uyurken kıyamet kopacak. Oğlumun ayağındaki turuncu bağcıklı ayakkabı, kızımın çenesindeki asma köprü parçalanıp yok olurken, Yalçın Bey, otuz santime bir metre gemi odacığında, taşlama makinesiyle kendini doğrayacak. Annem bir sabah namazı sonrası, göğsünü tutup tavana dikecek gözlerini. Bana bir mendile sarılı kükürtlü hatıralar bırakacak. _Beyaz yazmasının altında, nemlenip yanmaktan kesilmiş kibrit çöpleri var. Her gece yastığının altındaki mendile sızar kibrit suyu. Benim annem böyle ağlar. _
Kadınlar kardan adamlarını öylece bırakıp gidiyorlar. Bir tanesi büfenin açık kalmış ekmek dolabından donmuş da taş olmuş bir somun aşırıyor. Çırılçıplak, güle oynaya dağılıyorlar sokak aralarına. Artık hiç yükü kalmadı onların. Elbiselerine sinmiş ne kadar hayat varsa sıyırıp bıraktılar bizim sokağa. Karşı komşu merhametini gizledi belki. Fakat bu kadınlar kalın ve kederli giysilerini berduşlara bıraktılar. Giyinip ısınacak ve sonra çok ağlayacaklar.
Takvimde “şiddetli şizofreni fırtınası var” yazıyordu dün, bugün için. Bu aralar hiç şaşmıyor meteoroloji. Şıp diye biliyorlar her şeyi vallahi.
Kardan hilkat garibeleri ne kadar da mutsuz Tanrım! Onlara acı. Hiçbir bela çığırından çıkmış kadınlık kadar tesirli olamaz.
*
“Anne, sana kaç kere yatağından kalkma dedim! Sonra hastalanıyorsun.”
“Ama kızım, Yalçın Bey, sonra abin…sonra Şekip Abi…”
“Anne, onlar yok artık. Bak sana son kez anlatıyorum. Lütfen bir daha unutma: Bir kış gecesi sobaya kömür doldurup kapağını açtın. Önce üst kattaki Şekip Amca zehirlendi. Çünkü onun ciğerleri zaten eğretiydi. Sonra abim gitti. Sobaya en yakın oydu. Babamı da kapı dibinde buldular sabah. Ben çok sıcak olunca kalkıp, mutfaktaki divanda uyudum. Saliha Teyze kapıyı açtığında ışığa doğru yedi adım atıp yere yığılmışım. Ebe kadın güç kurtarmış beni. Sen ise o gece sabaha kadar kardan adamlar yaptın avluda. Seni bulduklarında üzerinde yarım metre kar varmış anne.”
“Anneannen…”
“ Anne, bari bunu hatırla. O seni doğururken ölmüştü ya.”
“Turuncu spor ayakkabı almış mıydım abine. Beden dersinde koşarken, hocası gururla seyretmiş miydi onu?”
“O gün okulda kulağını çekmişti hoca abimin. Yangın merdivenlerine saklandı da ağladıydı. Beni bile koymadı yanına. Babam pazartesiye alırız demişti o akşam yemekte. Abim sevinmişti. Üzülme, mutluydu en azından.”
Sokağın ucundan bir kütürtü geliyor yine. Rüzgar önüne kattığı bir gazoz tenekesini bu yana sürüklüyor. Bir adam paltosunun yakalarını kaldırmış, uçuşan eteklerine aldırmadan bana doğru yürüyor. Her şey bir önceki her şeyin tekrarı artık. Yaşayacak çok az bir şeyimiz kaldı. İyi de, ben hiç güzel mevsimler kurmayacak mıyım dengesiz anlarımda? Durup durup kara kışın ortasında açıyorum gözlerimi. Yazları, baharları uyuduğum anlara gizlemiş gökyüzü.
Şekip Abiye de ayıp etmişim. Vallahi cam önünde dururken, ölmekten betermiş yaşamak. Burada hep kış var bir mevsimden sonra. Fakat yine de ince bir ışık bekliyor insan. Ölmek istemiyor!
Adam tam penceremin önünde duruyor. Tepede tepsi gibi ay var. Hemen başının bittiği yerde adamın. Gittikçe aydınlanıyor yüzü. İşte bu Yalçın Bey! Cebinden çıkarttığı delik çoraplarını uzatıyor bana. Ağzı, gözü, kulağı yok. Şekip Abinin tespihini atıyor kucağıma ve geldiği gibi sessizce kayboluyor.
“Allah! Allah! Allah!”
“Anne, sus ve uyu artık. Şimdi gece.”
...ENGİNDENİZ...