8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
863
Okunma

Artık ufku görmüyorduk. Sırtımızı bir dağa vermiştik. Güney yönündeki tepe buraya gelirken geçtiğimiz vadiyi saklıyordu. Doğu yönündeki bir başkası ise sabah güneşini öğleden önce görmemizi engelliyordu. Yükseklere çıktıkça ağaçları da kaybetmiştik. Önceleri odun gerektiğinde vadiye kesmeleri için Titus’un kölelerini yolluyorduk. Bir gün gönderdiklerimiz geri dönmediler. Çocukların bile farkedebileceği şekilde sesi titreyen Titus:
“Herhalde kaçmışlardır. Ama onları suçlamamalı. Zamanında gözlerini bir güzel korkutacaktım ki onların...” deyip sonunu getirmemişti. Ama biliyordum ki Titus onların kaçtığını düşünmüyordu. Kimse kaçtıklarını düşünmüyordu. Sadece geri gelmemişlerdi.
O günden sonra vadiye kimseyi yollamadık. Eldeki tahtalarla idare ettik. Akşamları yakacak kadar çalımız, gün içinde çocukları oyalayacak kadar böğürtlenimiz vardı. Sabahları Xanthias, Curio’ların kölesi, yanına aldığı bir iki kişiyle beraber sığırları otlatmaya çıkarıyordu. Bu sabah arkalarından bakarken burada ancak sonbahara kadar kalabileceğimizi farkettim. Sonrasında daha aşağılara göç etmeliydik.
“Nasıl yapmayı düşünüyorsun?” diye sormuştu Titus.
“Bilmiyorum.” dedim. O da bilmiyordu. Kimsenin bu dağlardan nasıl kurtulacağımızı bilmiyordu.
“Tanrıya bu kadar yakınken onlardan yardım alamamak ne kötü!”
Elimle doğuyu işaret ettim:
“Tanrıları o yönde, binlerce fersah ötede gömdük. Buralarda ise barbar Kaledonyalı tanrıların borusu ötüyor.”
“Kaledonyalıları bile özledim.” dedi Titus. “Bu yeni gelenlerle karşılaştırıldıklarında koyun gibi uysal kalıyorlardı.”
Yeni gelenler!
Eskiler hep Roma’nın lejyonlarının bu topraklarda giderek azaldığını söylerlerdi. Ne zaman Galya’da ya da Germenya’da durumları sıkışsa adalardan asker alınıp oralara gönderilirdi. Sonunda o gün geldi ve imparator Honorius son lejyonu da çekti. Belki ne olduğunu anlamamışızdır diye de bir mesaj gönderdi: Bir başınızasınız!
Angllar geldiğinde bizi bir başımıza buldular. Eboracum, Londinium derken tüm şehirler teker teker düştü. Başta güvende olduğumuzu, bizim sektöre gelemeyeceklerini düşünmüştük. Ne kadar da safmışız! Eğer yakmadılarsa villama kabile şeflerinden biri yerleşmiş olmalı.
“Arazine bir gün kavuşmayı mı hayal ediyorsun?”
Bana sorduğuna göre onun da aklından geride bıraktıkları geçiyor olmalıydı. Her gün, bir çok kereler, geçmişe dönüyorduk. Bedenlerimiz bu dağlardaydı ama ruhlarımızı villalarımızda bırakmıştık.
“Düşünüyorum da ne oluyor? Hiç! Bir an önce sonbahara ne yapacağımızı bulmalıyız; geçmiş mezarda kaldı.”
Titus’u orada bırakıp yürümeye başladım. Bir çıkış yolu yok gibiydi. Aynı konular üzerinde dönüp dolaşıyor, her seferinde çaresizlikle susuyordum. Üzeri yosun kaplı bir kayanın yanında durdum. Yüzümü doğuya dönüp, dizlerimin üzerine çöktüm, boynumdaki haçı çıkarıp bir beze sardım. Onu bir kenara bıraktım ve uzaktaki tepelerin arkasında olduğunu bildiğim güneşi hissetmeye çalıştım. Çok geçmeden kendimi Apollon’a dua ederken buldum.