15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1183
Okunma

Zifiri bir karanlık söz konusu değildi. Kapının altından sızan yatak odasının ışığı, yüklüğü aydınlatıyordu. Duvar boyunca asılı gömleklerilerin, raflarda dizili tişörtlerin siluetleri seçebiliyor, kaybolan detayları hafızamdan tamamlayabiliyordum. Evimin yüklüğünde yere oturmuş, dizlerimi göğsüme kadar çekmiştim. Büyük bir odaydı burası. İki metreye üç, belki daha da uzun. Yine de olabildiğince sırtımı duvara yapıştırmış, kapıdan uzak durmaya çalışıyordum.
...
Sabah iyi başlamamıştı. Deneylerden sonra ofisime döndüğümde telefonun mesaj ışığını yanıp sönerken bulmuştum. Sözler patrona, ses ise onun sekreterine aitti. Derhal odasına gitmem gerekiyordu; ben de gittim.
“Bu sefer büyük sıçış yaptın.” dedi lafı dolaştırmadan.
Argo sözlerine, küfürlerle bezeli hitap şekillerine alışıktım; bu yüzden söylediklerinden etkilenmedim. Ama yüz ifadesi sözlerinin sonuna kadar arkasındaydı. Bu iyi değildi; hiç iyi değildi.
“Neden bahsettiğinizi anlayamadım.”
“Sabaha karşı telefonla uyandım. Kim arıyordu dersin? Ulusal Güvenlik Dairesi! Dediklerine bakılırsa senin üzerine çalıştığın algoritmanın bir kopyasına Amerika dışında denk gelmişler. Dahası her kim onu yürüttüyse üzerinde de epey çalışmış. Senden daha ilerideymişler.”
“Ulusal Güvenlik benim hangi noktada olduğumu nereden biliyormuş?”
Sorum anlamsızdı. Savunma sanayinde çalışıyordum ve gözetim altındaydım. Bunu kimse resmi olarak itiraf etmemişti ama ben de karıma şirketin ne üzerinde çalıştığını tam olarak söylememiştim. O beni ... Ne sanıyordu bilmiyorum. Yılda ne kadar kazandığım dışındaki detayları dinlemiş miydi, ondan bile emin değildim.
Şimdi ise projeden uzaklaştırılmış, kızağa çekilmiştim. Patron bana:
“Git, biraz tatil yap” demişti, “Masraflar senden.”
Kapıdan çıkarken de eklemişti:
“Tanımadığın kişilerle fazla yalnız kalma.”
“Fazla derken?”
“Bir mississippi, iki mississippi, üç mississippi...”
Dördüncü saniye sınırın öbür tarafındaydı.
...
Duvara yaslanmayı da yeterli bulmuyor, yüklüğün köşelerinden birine sığınmak istiyordum. Ama karım her ikisine uzun yola giderken kullandığımız bavulları yerleştirmiş, bana sadece ortası kalmıştı. Karanlıktı, yüklüğün kapısı kapalıydı ama sokak kapısının zilinin sürekli çalındığını, bununla da yetinilmeyip kapıya vurulduğunu duyabiliyordum.
...
“Kötü bir gündü, değil mi?”
Barın köşesine oturmuştu. Bulunduğu noktadan beni, yanımdaki kamyon şoförünü, onun sohbet ettiği hırdavatçıyı ve benim görüş alanımdan çıkan diğer bar taburesi işgalcilerini görebiliyordu. Kalabalığın en iyi giyimlisi ben olduğumdan ya da yüzünde mahzun ifadeyi bir tek ben taşıdığımdan, belki de sadece ona yakın oturduğum için benimle konuşmuştu. Platin renkli saçları uzundu. Onu daha önce bu barda hiç görmemiştim. Belki gelişlerimi iki ayda birden daha sık yapmalıydım.
“Günüm burada bittiğine göre o kadar da kötü olmamalı.” derken askılı elbisesinin Şubat için ince olduğunu düşünüyordum.
“Bir sonraki biran benden.”
Teşekkür ettim. İlk defa tanımadığım bir kadın bana içki ısmarlıyordu: Touchdown! Böylece kadınlar altı sıfır öne geçmişlerdi.
Yerinden kalktı, yanımdaki tabureye oturdu. Boyu uzundu; benden en azından bir kafa daha uzun. Üzerimden uzanıp barmene ısmarladıklarının parasını verirken kendimi iyiden iyiye küçülmüş hissettim.
“Adın ne senin?”
“Dwight!” Nedense sesim pek bir yüksek perdeden çıkmıştı. “Ya sizinki?”
“Tricia. Yine de sen bana Altı diyebilirsin.”
“Altı mı?”
Nasıl isimdi bu böyle? Nereden çıkagelmişti bu kadın? Güzelliğiyle, boyuyla, ismiyle buraya ait değildi.
“Uzun hikaye.”
Tezgahın üzerindeki ellerime baktı, sonra parmağımdaki yüzüğü işaret etti:
“Çok uzakta mı?”
“Karım mı? Eğitim için eyalet dışına gitti. Bekarlığı özlemişim.”
Yeniden uzandı. Bu sefer sol elimi tuttu, parmağımdan yüzüğü çıkardı.
“Gerçekten mi? Ne kadar özledin?”
Ne demek istiyordu? Belki de çok açıktı ama gri renkli gözlerine bakarken dikkatimi toparlayamıyordum.
“Düşünmene yardımcı olayım.” dedi. “Bu birayı yarım bırakıyorsun; daha fazla içmeni istemiyorum. Kalkıp arabana gideceksin. Eve vardığında güzel bir duş almanı istiyorum. Bittiğinde ben gelmiş olacağım.”
Uysal bir şekilde şişeyi tezgahın üzerine bıraktım. Tabureden aşağı indim. Kapıya yönelecekken tek eliyle beni omzumdan tuttu ve kendine çevirdi.
“Bir şey unutmadın mı?”
“Neyi?”
“Adresi.”
...
2796 South Creek sokağı... Şu anda bu adresin kapı zili sürekli çalıyordu. Delikten bile bakmamıştım; kim olduğunu biliyordum. Eve gelir gelmez olanlara bir anlam vermeye başlamıştım. Besbelli patronun dediği oluyor, bir yabancı benimle yalnız kalmaya çalışıyordu. Banyodaki aynaya bakıp durumun başka bir açıklaması olabileceğine kendimi inandırmayı denedim ama olmadı. Tricia, nam-ı diğer Altı karımın bile aşık olamadığı yüzümün hatırına evime gelmiyordu. Ne yaptığımı bilmeden kendimi yüklüğe atıp, kapıyı kapattım. Altı kapıyı çaldı, çaldı, çaldı...
Sonra geldiği gibi gitti. Gitmiş olmalı diye düşünüyordum çünkü sesler kesilmişti. Ben ise çöktüğüm duvar dibinde kalakalmış, bir şey olmamasını bekliyordum. Beklentim de boşa çıkmadı: Hiç bir şey olmadı. Rahatlamanın verdiği gevşemeyle gözlerimin kapandığını hissettim.
...
Beni uyandıran evin içinden gelen sesler oldu. Birden fazla kişi evin içinde dolaşıyor, ara ara birbirleriyle konuşuyorlardı. Seslerden kadına ait olanı tanımam fazla zamanımı almadı: Karımdı. Onun Cincinnati’de olması gerekiyordu ama evdeydi. Daha da ilginci yalnız değildi.
Yatak odasına geldiklerini duydum. Erkek olan diğeri pek sık konuşmuyor, konuştuğunda da kısa cümleler kuruyordu. Merakıma yenik düşüp oturduğum yerden kalktım ve fazla ses çıkarmamaya çalışıp yüklüğün kapısına yanaştım. Anahtar deliğinden ilk gördüğüm karımın göbeği idi. Yatağın üzerine uzandığında göbeğinin ne üstünde, ne de altında bir giysi olmadığını farkettim. Sonra görüntüye sesini duyduğum adam girdi. Onu da tanıyordum: Gündüzleri spor kulübünde hocalık yapıp, akşamları Hooties barının fedaisi olan Andre idi.
Boyu iki metreye yaklaşan bu Fransız isimli zenci şu anda karımla yatağa giriyordu. Kaslı sırtı her şeyi örtüyor, karım onun ardında kayboluyordu. Gerileyip kapıdan uzaklaştım. Sırtımı duvara dayayıp oturdum. Seslerini duymamaya çalışıyordum. Boşunaydı.